Fatih DULKADİROĞLU
Köşe Yazarı
Fatih DULKADİROĞLU
 

ZIPKIN

Otobüs, radyodan yayılan uzun bir kanun taksimi eşliğinde girdi kasaba otogarına. Güvenlik kulübesine yanaşıp girişteki bariyer kalktığında “Sensiz kalan gönlümde, bil ki hayat virane” şarkısını seslendiriyordu Ayşen Birgör… On saatlik otobüs yolculuğu hayli yorucu geçmiş, Ayşen Birgör’ün büyüleyici sesi, anılarıyla yüzleşmesine dakikalar kalan Halime’nin damarlarına işlemişti. Bir yandan ağlıyor bir yandan da ayağından çıkardığı ayakkabısını arıyordu oturduğu koltuğun altından. Oturmaktan kütük gibi olan ayaklarına zar zor giydi. Tepesindeki raftan el çantasını ve bebe battaniyesini aldı. “Bunu da kendime boşuna yük etmişim. Klimayı açarlar soğuktan boynum tutulur, hastalanırsam kimim bakacak demiştim” diye söylenerek katladı. Otobüsten indiğinde, üzerinde adı ve soyadı yazan valizini genç bir delikanlının sahiplendiğini görünce şaşırdı. “Hoş geldin Halime Teyze, ben bitişik komşunuz Ayten Hanım’ın oğlu Anıl… Annem de arabada bekliyor. Sizi almaya geldik” dedi delikanlı. “Nasıl da uzamışsın… Sokakta görsem tanımazdım. Bir şekilde gelirdim, neden yoruldun buraya kadar?” dedi Halime. Serin bir mayıs sabahında ortalık ağarmaya başlamış, gelen yolcuların mahmurluğu, yorgun otobüslerin tıslaması yayılmıştı otobüs peronlarına. Oğlunun yanındaki uzun pardösülü türbanlı kadını gören Ayten Hanım, şaşırmadı Halime’nin kapanmış olduğuna. “Acı insanı değiştirir derler de inanmazdım” dedi mırıldanarak. Hiçbir şey söylemediler birbirlerine… Sadece kucaklaştılar ve uzun uzun ağlaştılar. Sözün bittiği yere gelmişlerdi, yol boyu konuşmadılar. Evin önüne geldiklerinde, üç yıl önceki çığlıklardan farksız değildi Halime’nin çığlıkları. Boğuk bir sesle: “Ben bu eve nasıl gireceğim! Bu ev benim başıma çöker Ayten Abla!” diyor, başka da bir söz çıkmıyordu dilinden. Aynı acıyı yıllar önce tadan Ayten Hanım, olabildiğince soğukkanlıydı: “Yaşama heyecanını kaybetmemelisin, ölenle ölünmüyor…” dese de yüreği kanayan Halime’ye kâr etmiyordu söylenenler. Kahvaltı sonrası aldığı ilaçların etkisiyle bir süre dinlenen Halime’nin sabahki yorgunluğu geçmiş, sakinleşmişti. “Rahmetlinin bize bıraktığı yedek anahtarı hiç kullanmadık. Senin geleceğini öğrenince, iki gün önce kendim girdim, temizlikçi kadını da sokmadım içeriye, etrafı bir yüz süpürüp sildim. Gözünde büyütme, yapılması gereken ne varsa birlikte yaparız” dedi Ayten Hanım… Umursamıyordu evin süpürülüp süpürülmemesini. Olay gününe döndü Halime, “Çıkma o merdivene dedim, bu işler senin işin değil dedim. İnat, bir o kadar da sırlı biriydi. Anlatamadım… Merdivenin dibinden ayrılmadım belki bir şey ister de uzatırım diye… Güneşin altında boş boş dikilip duracağıma begonvilin altına düşen kurumuş çiçekleri süpüreyim dedim. Onu orada tutan sanki benmişim. Arkamı döner dönmez merdivenin sesiyle irkildim. Kıvrılmış yatıyordu betonun üstünde…” Üç yıl önce, evlerinin ikinci katındaki ahşap kepenkleri verniklerken başı dönmüş, merdivenden düşmüştü Halime’nin kocası. Ağır bir beyin sarsıntısı geçiren Selim Bey, hastaneye yetiştirilemeden yaşamını yitirmişti. Cenazeyle birlikte kışın yaşadıkları kente dönen Halime, evi olduğu gibi Ayten Hanım’a bırakmış, bir gün bile evin lafını etmemişti. Selim Bey’in ölümünden sonra bu evleri hiç açılmamıştı. Kapıdan içeri girdiğinde sabahki halinden daha sakindi. Etrafa bakındı, türbanıyla bonesini koltuğun üzerine savurdu, boy aynasının karşısına geçti, tarak dişi gibi araladığı parmaklarını iki yandan daldırarak saçlarını havalandırdı. Toz kokan tülleri duvar dibine topladı ve kepenkleri açtı. Açılan camlardan hızla içeri dolan güneş ışığı, yıllardır içine kapanmış evi yeniden yaşama döndürmüştü. Üst kattaki yatak odasına girdiler. Elbise dolabının Selim Bey’e ait bölmesinden ona ait tüm kıyafetleri katlayarak büyük çöp torbalarına doldurdular. “Bunları bahçıvan Seyit Efendi gelip götürsün, işine yarayanları alsın, yaramayanları dağıtsın tanıdıklarına” dedi Halime. “Kız gördün mü? Şaşkınlıktan kıyafetlerin ceplerini de kontrol etmedik, döküp yeniden kontrol edelim, belki kıymetli bir şeyler çıkar. Pantolonlara sen bak, ceketlerle gömleklere de ben bakayım.” İç sesiyle, “Oldum olası nefret ederim pantolon cebine giden ellerden!” diyen Ayten Hanım, konuşmaya susamış gibi hiç nefes almadan söyleniyordu. “Benim rahmetli gizlisini saklısını ceketinin kol astarını söker vatkanın altına koyarmış. Öldüğünde iki bin beş yüz dolar çıkmıştı sağ omuzundaki vatkanın içinden. Ambalaj lastiğine sardığı paranın üzerinde ‘kefen param’ yazıyordu. Adı çıkmış kadınların; erkekler daha kirli çıkı… hele de yaşlıları! Ayyy… hiç de sevmem pinti erkeği..! Erkek dediğin gözü gönlü tok olmalı ” dedi. Ayten Hanım’ın söyledikleri Halime’nin de aklına yatmıştı. Dolaptaki tüm pantolonlarla ceketlerin ceplerini teker teker yoklayıp torbalara dolduruyorlardı. “Ben dolanları aşağıya indireyim” dedi Halime. Halime aşağıya indiğinde Selim Bey’in iki ceketi kalmıştı kontrol edilmedik. Ayten Hanım’ın dikkatini çekti yağmur yemiş, balıksırtı desenli gri ceket. Mahkûmda uyuşturucu bulmuş bir gardiyan gibi didilmedik yerini bırakmadı eski ceketin. Vatkanın arasından ağzı yapıştırılmamış küçük bir zarf çıktı. Düzgün bir el yazısıyla yazılmış mektup vardı zarfın içinde. Okumaya zamanı yoktu. Halime gelmeden bluzunun V yakasından sutyeninin içine sıkıştırdı. Son ceket de suç unsuru barındırmıyordu. Sıkı kontrolden geçen ceketlerle gömlekleri katlayarak çöp torbasına bıraktı. Ayakkabıları da bir torbaya doldurup dış kapıya bıraktıklarında, en önemli işlerini bitirmiş, kadın kadına kahve içmeyi hak etmişlerdi. Esmerce, uzun boylu, geçkin yaşına rağmen gösterişli, eğitimli bir kadındı Ayten Hanım. “Hadi sen şu küçük masayla sandalyeleri begonvilin altına taşı, ben de kahvelerimizi yapayım” diyerek evine yöneldi. Halime masa ve sandalyeleri taşıdı; masanın üzerine pembe bir örtü serdi; üzerine de minik bir vazonun içerisinde iki kırmızı gül koydu ve Ayten Hanım’ı bekledi. Elinde kahve tepsisiyle gelen Ayten Hanım, “Getirirken köpüğü geçmesin diye cezveyle getirdim. Kusura bakma, taşırdım kahveyi, kuruyunca zor oluyor ocağı temizlemek, temizleyeyim derken gecikmişim” diye açıkladı gecikmesinin nedenini. Begonvilin gölgesinde kahvelerini yudumlarlarken on beş yıllık komşusu Ayten Hanım’a ilk defa açılıyordu Halime… “Evlendiğimizde yirmi altı yaşındaydım. Geç evlenmişti, aramızda on dört yaş vardı. Çocuğumuz olmuyordu. Tüm tedavi yollarını denedik ama başaramadık. Para dökmediğimiz doktor, kapısını çalmadığımız hoca, uğruna kurban kesmediğimiz yatır kalmadı. Yaşım ilerleyince umudum da kesilmeye başladı. O, ‘Bir kız çocuğunu evlat edinelim, yaşımız ilerliyor, yaşlılığımızda elimizden tutanımız olsun’ diyordu. Sorumluluk almaktan kaçınıyordum, istemedim. Çalışırken edindikleriyle ailesinden kalan mal varlığımız benden çok O’nu tedirgin etmeye başlamıştı. Ailenin tek çocuğuydu. En yakın akrabaları amca ve dayı çocuklarıydı. Mirasının onlara kalmasını istemiyordu. Açıktan dillendirmese de benim birinci derece yakınlarımla yeğenlerimi sevmediğini, onlara mal bırakmayı içine sindiremediğini seziyordum.” Halime, kocasının adını anmıyor, kocasını bir varlık gibi görüyordu. “Ama sen varsın, Selim Bey’e bir şey olsa sen hayattasın” diye araya girdi Ayten Hanım. “Anlamıyor musun Ayten Abla! İçine gömdüğü en büyük kaygısı da işte buydu. Aramızdaki yaş farkı ve kendisine bir şey olduğunda benim ikinci bir evlilik yapmam korkusu...” “Halime, yıllardır komşu olmamıza karşın birbirimizin içini dışını bilmesek de dışarıdan bakıldığında seni sevdiği anlaşılıyordu. Kıskanmıştır; balık etli, boylu poslu, güzel bir kadınsın…benimki de laf..! Kim olsa kıskanır… kıskanılmayacak kadın mısın? Çağdaş bir yaşamın vardı. Yaşıtların sahile inmeye cesaret edemezken sen iki parçalı mayoyla girerdin denize. Yeri gelmişken… bu kapanmak da nereden çıktı kııız?” “Ayten Abla, babam komiser emeklisiydi, öldüğünde daha çocuktum. Annemin ölümü de beni çok etkilememişti. Anneniz de olsa yatalak bir hastaya seneler boyu bakmak yoruyor insanı. Usanmıştım, annemin ölümünü bekliyordum, öldüğü gün karşıma kim çıkarsa onunla evlenecektim. Bu yatmayasıca çıktı karşıma!” “Kız öyle deme günahtır.” “Günahsa günah..! Bunun ölümünde sarsılmıştım. Önümüz sıra giden cenaze arabasının arkasından ağlıyordum ama ona değil, kendime ağlıyordum. Senin dediğin gibi, ölenle ölünmüyor Ayten Abla..! Biraz sakinleşince de gelecek planları kuruyordum kafamdan… Babamdan dişe dokunur bir mal varlığı kalmamıştı. Abim ve benden iki yaş küçük erkek kardeşimin maddi durumları çok da iyi değildi. Kıt kanaat geçimlerini sağlıyorlardı. Kardeşlerim bana kol kanat olur, ben de onlara maddi destek sağlarım, iyi kötü yaşamımızı sürdürürüz, diye düşünüyordum.” Akıllı kadındı Ayten Hanım, zor yerden sormuştu. Bu sorunun yanıtı birçok soruyu beraberinde getirecekti ama olan olmuştu artık, bazı şeyleri daha fazla saklamanın Halime için bir anlamı yoktu. “Defin sırasında otuz beş kırk yaşlarında siyah elbiseli, siyah başörtülü, güneş gözlüklü bir kadın ilişti gözüme. Yanında da on iki on üç yaşlarında bir kız vardı. Kızdaki masumiyeti görmeliydin… O güne kadar ne o kadını ne de yanındaki kızı görmüştüm. Hem onun hem de benim akrabalarımın hepsi gözümün önünden film şeridi gibi geçti, ikimizin de yakınlarından biri değildi kadın. Ne adamın ölümü umurumdaydı ne de cenazeye gelenler. Ara ara gözlüğünü kaldırıp elindeki beyaz mendille gözyaşlarını silen kadındaydı bütün dikkatim. Daha soğukkanlıydım, ağlamıyordum. Defin işlemi tamamladı, talkın verildi. Taziyeleri kabul ederken etrafıma yığılan kalabalıkta görünmez oldular. Camın üstündeki cıva damlası gibi kayıp gitti karalar giymiş kadınla yanındaki kız. İçime bir köz düştü. Ölenin ben mi Selim mi olduğunu anlayamadım.” Anlatılanları dinledikçe Ahmet Ümit’in Patasana’sını okurcasına gözlerini Halime’den ayıramıyordu. Kahvesini bitirdi ve fincanı hafiften döndürerek ters kapattı Ayten Hanım. Bu arada, site dışındaki bir evden duygulu bir müzik sesi geliyordu. “Vur zıpkınla çek te bitsin, yaralı yüreği kim ne etsin…” diyordu Seda Yüksel… Duyduklarına inanamayan Ayten Hanım da: “Kızım sen iyi bir zıpkın yemişsin” diyecekti. Daha fazla kanatmak istemedi. Yalan söylemişti, Selim Bey’in ceketinden çıkan mektubu okumuştu kahveyi taşırdım dediğinde. Genç yaşta karşılaştığı ani bir kaybın acısıyla baş etmeye çalışırken, yaşadığı olaylar karşısında tüm gücünü ve mal varlığını yitiren Halime, kendini manevi dünyanın içinde bulmuş, kapanarak kaybolmaya karar vermişti. Kimseleri tanımadığı, kimselerin de onu tanımadığı bir yerde sürdürecekti kalan yaşamını. Birkaç gündür verniği solmuş kepenklerin arasından ışık sızmıyordu. Kasabadan ayrılışını gören olmamıştı Halime’nin... Yıllarca dolapta beklemekten eprimiş mektup, “Canım Sevgilim, kızımız bugün ikinci yaşına bastı…” diye başlıyordu.  
Ekleme Tarihi: 11 Haziran 2024 - Salı
Fatih DULKADİROĞLU

ZIPKIN

Otobüs, radyodan yayılan uzun bir kanun taksimi eşliğinde girdi kasaba otogarına. Güvenlik kulübesine yanaşıp girişteki bariyer kalktığında “Sensiz kalan gönlümde, bil ki hayat virane” şarkısını seslendiriyordu Ayşen Birgör…
On saatlik otobüs yolculuğu hayli yorucu geçmiş, Ayşen Birgör’ün büyüleyici sesi, anılarıyla yüzleşmesine dakikalar kalan Halime’nin damarlarına işlemişti. Bir yandan ağlıyor bir yandan da ayağından çıkardığı ayakkabısını arıyordu oturduğu koltuğun altından. Oturmaktan kütük gibi olan ayaklarına zar zor giydi. Tepesindeki raftan el çantasını ve bebe battaniyesini aldı. “Bunu da kendime boşuna yük etmişim. Klimayı açarlar soğuktan boynum tutulur, hastalanırsam kimim bakacak demiştim” diye söylenerek katladı.
Otobüsten indiğinde, üzerinde adı ve soyadı yazan valizini genç bir delikanlının sahiplendiğini görünce şaşırdı.
“Hoş geldin Halime Teyze, ben bitişik komşunuz Ayten Hanım’ın oğlu Anıl… Annem de arabada bekliyor. Sizi almaya geldik” dedi delikanlı.
“Nasıl da uzamışsın… Sokakta görsem tanımazdım. Bir şekilde gelirdim, neden yoruldun buraya kadar?” dedi Halime.
Serin bir mayıs sabahında ortalık ağarmaya başlamış, gelen yolcuların mahmurluğu, yorgun otobüslerin tıslaması yayılmıştı otobüs peronlarına.
Oğlunun yanındaki uzun pardösülü türbanlı kadını gören Ayten Hanım, şaşırmadı Halime’nin kapanmış olduğuna. “Acı insanı değiştirir derler de inanmazdım” dedi mırıldanarak. Hiçbir şey söylemediler birbirlerine… Sadece kucaklaştılar ve uzun uzun ağlaştılar. Sözün bittiği yere gelmişlerdi, yol boyu konuşmadılar.
Evin önüne geldiklerinde, üç yıl önceki çığlıklardan farksız değildi Halime’nin çığlıkları. Boğuk bir sesle:
“Ben bu eve nasıl gireceğim! Bu ev benim başıma çöker Ayten Abla!” diyor, başka da bir söz çıkmıyordu dilinden. Aynı acıyı yıllar önce tadan Ayten Hanım, olabildiğince soğukkanlıydı:
“Yaşama heyecanını kaybetmemelisin, ölenle ölünmüyor…” dese de yüreği kanayan Halime’ye kâr etmiyordu söylenenler.
Kahvaltı sonrası aldığı ilaçların etkisiyle bir süre dinlenen Halime’nin sabahki yorgunluğu geçmiş, sakinleşmişti.
“Rahmetlinin bize bıraktığı yedek anahtarı hiç kullanmadık. Senin geleceğini öğrenince, iki gün önce kendim girdim, temizlikçi kadını da sokmadım içeriye, etrafı bir yüz süpürüp sildim. Gözünde büyütme, yapılması gereken ne varsa birlikte yaparız” dedi Ayten Hanım…
Umursamıyordu evin süpürülüp süpürülmemesini. Olay gününe döndü Halime,
“Çıkma o merdivene dedim, bu işler senin işin değil dedim. İnat, bir o kadar da sırlı biriydi. Anlatamadım… Merdivenin dibinden ayrılmadım belki bir şey ister de uzatırım diye… Güneşin altında boş boş dikilip duracağıma begonvilin altına düşen kurumuş çiçekleri süpüreyim dedim. Onu orada tutan sanki benmişim. Arkamı döner dönmez merdivenin sesiyle irkildim. Kıvrılmış yatıyordu betonun üstünde…”
Üç yıl önce, evlerinin ikinci katındaki ahşap kepenkleri verniklerken başı dönmüş, merdivenden düşmüştü Halime’nin kocası. Ağır bir beyin sarsıntısı geçiren Selim Bey, hastaneye yetiştirilemeden yaşamını yitirmişti. Cenazeyle birlikte kışın yaşadıkları kente dönen Halime, evi olduğu gibi Ayten Hanım’a bırakmış, bir gün bile evin lafını etmemişti.
Selim Bey’in ölümünden sonra bu evleri hiç açılmamıştı.
Kapıdan içeri girdiğinde sabahki halinden daha sakindi. Etrafa bakındı, türbanıyla bonesini koltuğun üzerine savurdu, boy aynasının karşısına geçti, tarak dişi gibi araladığı parmaklarını iki yandan daldırarak saçlarını havalandırdı. Toz kokan tülleri duvar dibine topladı ve kepenkleri açtı. Açılan camlardan hızla içeri dolan güneş ışığı, yıllardır içine kapanmış evi yeniden yaşama döndürmüştü.
Üst kattaki yatak odasına girdiler. Elbise dolabının Selim Bey’e ait bölmesinden ona ait tüm kıyafetleri katlayarak büyük çöp torbalarına doldurdular.
“Bunları bahçıvan Seyit Efendi gelip götürsün, işine yarayanları alsın, yaramayanları dağıtsın tanıdıklarına” dedi Halime.
“Kız gördün mü? Şaşkınlıktan kıyafetlerin ceplerini de kontrol etmedik, döküp yeniden kontrol edelim, belki kıymetli bir şeyler çıkar. Pantolonlara sen bak, ceketlerle gömleklere de ben bakayım.”
İç sesiyle, “Oldum olası nefret ederim pantolon cebine giden ellerden!” diyen Ayten Hanım, konuşmaya susamış gibi hiç nefes almadan söyleniyordu.
“Benim rahmetli gizlisini saklısını ceketinin kol astarını söker vatkanın altına koyarmış. Öldüğünde iki bin beş yüz dolar çıkmıştı sağ omuzundaki vatkanın içinden. Ambalaj lastiğine sardığı paranın üzerinde ‘kefen param’ yazıyordu. Adı çıkmış kadınların; erkekler daha kirli çıkı… hele de yaşlıları! Ayyy… hiç de sevmem pinti erkeği..! Erkek dediğin gözü gönlü tok olmalı ” dedi.
Ayten Hanım’ın söyledikleri Halime’nin de aklına yatmıştı. Dolaptaki tüm pantolonlarla ceketlerin ceplerini teker teker yoklayıp torbalara dolduruyorlardı.
“Ben dolanları aşağıya indireyim” dedi Halime.
Halime aşağıya indiğinde Selim Bey’in iki ceketi kalmıştı kontrol edilmedik. Ayten Hanım’ın dikkatini çekti yağmur yemiş, balıksırtı desenli gri ceket. Mahkûmda uyuşturucu bulmuş bir gardiyan gibi didilmedik yerini bırakmadı eski ceketin. Vatkanın arasından ağzı yapıştırılmamış küçük bir zarf çıktı. Düzgün bir el yazısıyla yazılmış mektup vardı zarfın içinde. Okumaya zamanı yoktu. Halime gelmeden bluzunun V yakasından sutyeninin içine sıkıştırdı. Son ceket de suç unsuru barındırmıyordu. Sıkı kontrolden geçen ceketlerle gömlekleri katlayarak çöp torbasına bıraktı.
Ayakkabıları da bir torbaya doldurup dış kapıya bıraktıklarında, en önemli işlerini bitirmiş, kadın kadına kahve içmeyi hak etmişlerdi.
Esmerce, uzun boylu, geçkin yaşına rağmen gösterişli, eğitimli bir kadındı Ayten Hanım.
“Hadi sen şu küçük masayla sandalyeleri begonvilin altına taşı, ben de kahvelerimizi yapayım” diyerek evine yöneldi.
Halime masa ve sandalyeleri taşıdı; masanın üzerine pembe bir örtü serdi; üzerine de minik bir vazonun içerisinde iki kırmızı gül koydu ve Ayten Hanım’ı bekledi.
Elinde kahve tepsisiyle gelen Ayten Hanım, “Getirirken köpüğü geçmesin diye cezveyle getirdim. Kusura bakma, taşırdım kahveyi, kuruyunca zor oluyor ocağı temizlemek, temizleyeyim derken gecikmişim” diye açıkladı gecikmesinin nedenini.
Begonvilin gölgesinde kahvelerini yudumlarlarken on beş yıllık komşusu Ayten Hanım’a ilk defa açılıyordu Halime…
“Evlendiğimizde yirmi altı yaşındaydım. Geç evlenmişti, aramızda on dört yaş vardı. Çocuğumuz olmuyordu. Tüm tedavi yollarını denedik ama başaramadık. Para dökmediğimiz doktor, kapısını çalmadığımız hoca, uğruna kurban kesmediğimiz yatır kalmadı. Yaşım ilerleyince umudum da kesilmeye başladı. O, ‘Bir kız çocuğunu evlat edinelim, yaşımız ilerliyor, yaşlılığımızda elimizden tutanımız olsun’ diyordu. Sorumluluk almaktan kaçınıyordum, istemedim.
Çalışırken edindikleriyle ailesinden kalan mal varlığımız benden çok O’nu tedirgin etmeye başlamıştı. Ailenin tek çocuğuydu. En yakın akrabaları amca ve dayı çocuklarıydı. Mirasının onlara kalmasını istemiyordu. Açıktan dillendirmese de benim birinci derece yakınlarımla yeğenlerimi sevmediğini, onlara mal bırakmayı içine sindiremediğini seziyordum.” Halime, kocasının adını anmıyor, kocasını bir varlık gibi görüyordu.
“Ama sen varsın, Selim Bey’e bir şey olsa sen hayattasın” diye araya girdi Ayten Hanım.
“Anlamıyor musun Ayten Abla! İçine gömdüğü en büyük kaygısı da işte buydu. Aramızdaki yaş farkı ve kendisine bir şey olduğunda benim ikinci bir evlilik yapmam korkusu...”
“Halime, yıllardır komşu olmamıza karşın birbirimizin içini dışını bilmesek de dışarıdan bakıldığında seni sevdiği anlaşılıyordu. Kıskanmıştır; balık etli, boylu poslu, güzel bir kadınsın…benimki de laf..! Kim olsa kıskanır… kıskanılmayacak kadın mısın? Çağdaş bir yaşamın vardı. Yaşıtların sahile inmeye cesaret edemezken sen iki parçalı mayoyla girerdin denize. Yeri gelmişken… bu kapanmak da nereden çıktı kııız?”
“Ayten Abla, babam komiser emeklisiydi, öldüğünde daha çocuktum. Annemin ölümü de beni çok etkilememişti. Anneniz de olsa yatalak bir hastaya seneler boyu bakmak yoruyor insanı. Usanmıştım, annemin ölümünü bekliyordum, öldüğü gün karşıma kim çıkarsa onunla evlenecektim. Bu yatmayasıca çıktı karşıma!”
“Kız öyle deme günahtır.”
“Günahsa günah..! Bunun ölümünde sarsılmıştım. Önümüz sıra giden cenaze arabasının arkasından ağlıyordum ama ona değil, kendime ağlıyordum. Senin dediğin gibi, ölenle ölünmüyor Ayten Abla..! Biraz sakinleşince de gelecek planları kuruyordum kafamdan…
Babamdan dişe dokunur bir mal varlığı kalmamıştı. Abim ve benden iki yaş küçük erkek kardeşimin maddi durumları çok da iyi değildi. Kıt kanaat geçimlerini sağlıyorlardı. Kardeşlerim bana kol kanat olur, ben de onlara maddi destek sağlarım, iyi kötü yaşamımızı sürdürürüz, diye düşünüyordum.”
Akıllı kadındı Ayten Hanım, zor yerden sormuştu. Bu sorunun yanıtı birçok soruyu beraberinde getirecekti ama olan olmuştu artık, bazı şeyleri daha fazla saklamanın Halime için bir anlamı yoktu.
“Defin sırasında otuz beş kırk yaşlarında siyah elbiseli, siyah başörtülü, güneş gözlüklü bir kadın ilişti gözüme. Yanında da on iki on üç yaşlarında bir kız vardı. Kızdaki masumiyeti görmeliydin… O güne kadar ne o kadını ne de yanındaki kızı görmüştüm. Hem onun hem de benim akrabalarımın hepsi gözümün önünden film şeridi gibi geçti, ikimizin de yakınlarından biri değildi kadın. Ne adamın ölümü umurumdaydı ne de cenazeye gelenler. Ara ara gözlüğünü kaldırıp elindeki beyaz mendille gözyaşlarını silen kadındaydı bütün dikkatim. Daha soğukkanlıydım, ağlamıyordum. Defin işlemi tamamladı, talkın verildi. Taziyeleri kabul ederken etrafıma yığılan kalabalıkta görünmez oldular. Camın üstündeki cıva damlası gibi kayıp gitti karalar giymiş kadınla yanındaki kız. İçime bir köz düştü. Ölenin ben mi Selim mi olduğunu anlayamadım.”
Anlatılanları dinledikçe Ahmet Ümit’in Patasana’sını okurcasına gözlerini Halime’den ayıramıyordu. Kahvesini bitirdi ve fincanı hafiften döndürerek ters kapattı Ayten Hanım. Bu arada, site dışındaki bir evden duygulu bir müzik sesi geliyordu. “Vur zıpkınla çek te bitsin, yaralı yüreği kim ne etsin…” diyordu Seda Yüksel…
Duyduklarına inanamayan Ayten Hanım da:
“Kızım sen iyi bir zıpkın yemişsin” diyecekti. Daha fazla kanatmak istemedi. Yalan söylemişti, Selim Bey’in ceketinden çıkan mektubu okumuştu kahveyi taşırdım dediğinde.
Genç yaşta karşılaştığı ani bir kaybın acısıyla baş etmeye çalışırken, yaşadığı olaylar karşısında tüm gücünü ve mal varlığını yitiren Halime, kendini manevi dünyanın içinde bulmuş, kapanarak kaybolmaya karar vermişti. Kimseleri tanımadığı, kimselerin de onu tanımadığı bir yerde sürdürecekti kalan yaşamını. Birkaç gündür verniği solmuş kepenklerin arasından ışık sızmıyordu.
Kasabadan ayrılışını gören olmamıştı Halime’nin...
Yıllarca dolapta beklemekten eprimiş mektup, “Canım Sevgilim, kızımız bugün ikinci yaşına bastı…” diye başlıyordu.
 
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gazetemalatya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

02
Kasım
05
Ağustos
18
Temmuz
08
Temmuz
03
Temmuz
02
Temmuz
19
Haziran
11
Haziran
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.