Fatih DULKADİROĞLU
Köşe Yazarı
Fatih DULKADİROĞLU
 

GAKGULAK

Çocukluğum geldi aklıma. Evimizin alt katında kiracımızdı Postacı Mevlit Amca’yla karısı Hayriye Teyze… Bir gün, Tarsus’tan döndüklerinde küçük bir Vita yağı tenekesinin içinde çok güzel bir çiçek getirmişlerdi. Başkalarını geçtim, babamdan bile hediye almaya alışık olmayan annem çok mutlu olmuştu. “Çok sağ olasın Hayriye Abla! Ne kadar güzel, adı ne bu çiçeğin?” dedi. “Bizim oralarda buna Cezayir Menekşesi derler. Bu mor olanı, eflatunla beyaz olanları da vardı, seversin diye sana mor olanı getirdim. Yaz kış yaprakları dökülmez, sıcak ve güneş alan yerde gelişir.” “Oturma odasının penceresine koyarım, onu hiç üşütmem” dedi, paslı tenekedeki çiçeği bağrına basan annem. Ortasından şehirlerarası yol geçerdi doğduğum kasabanın. Kendi elektriğini üreten kasabanın çıkışındaki hidroelektrik santrali, açık trapez kanaldan cazibeyle akan suyla besleniyordu. Yakın bir dağ eteğinden çıkan suyun soğukluğuna ve kanal boyunca devam eden çınar ağaçlarının gölgesindeki serinliğin keyfine doyum olmuyordu sıcak yaz aylarında. Su kanalıyla dükkânlar arasındaki geniş toprak zeminli alan, yerleşim yeri ile ana yol arasında tampon bölge oluşturuyordu. Kasabada kahvehane çalıştıran Sadık dayım, ağaçların gölgesine sıralardı oyun masalarını. Üzeri iri kareli örtülerle bezenmiş kontrplak kaplama, dört kişinin oyun oynayabileceği büyüklükteki masalarda sohbetler edilir, küçücük demir parçalarıyla oyunlar oynanırdı. Açık havada rüzgâr uçurur diye kâğıt oyunları oynanmadığını, onun yerine domino oynandığını Sadık dayımdan öğrenmiştim. “Domino oyunu yirmi sekiz taşla oynanır. Birden altıya kadar numaralar zımbalanmıştır… hep ayazı da vardır, dubarası da. Bakıra çinko katılarak elde edilen sarı renkli pirinç metal parçalarıyla oynanan bu oyunu çoğunlukla faytoncular oynadığı için bazı yörelerde faytoncu oyunu da denir.” diye anlatmıştı. Yoldan geçen arabaların gürültüsünden, suyun şırıltısından domino taşlarının duralit üzerinde çıkardığı çatırtıyı duyan olmazdı. Taşlarını avucunun içinde rakibinden saklayan ya da eliyle gölgeleyen oyuncular, laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı ciddiyetiyle oynarlardı oyunlarını. Sert ve masif ağaçtan yapılmaydı kahvenin boyasız tahta sandalyeleri. Dört ayağının orta yerinden, paslanabilen telle sağlamlaştırılmış sandalyelerin üzerinde saatlerce zaman geçirirdi oturanlar. Bir dizini kırıp altına alanları, üçüne birden oturanları, sandalyesini ağaca yaslayıp kaykılarak oturanları hiç sevmezdi dayım. “Bu görgüsüzlere sandalye mi dayanır? Baksana şunun oturuşuna, insanlıktan nasiplenmemiş!” diye mırıldanır dururdu. Garson Aziz Abi, işaret parmağına taktığı askılı çay tepsisiyle dağıttığı çayın bir damlasını bile dökmeden fırıl fırıl döndürerek ortalıkta gösteri yapardı. Evlenmemişti. Genç yaşında bile yüzü buruşmuş bir yaşlı gibiydi. İlkokul beşe kadar okuyup okumadığını kendisi bile bilmiyordu. Soranlara “Hayat mektebini okuduk oluuum!..” derdi. Asma yaprağı gibi geniş kulağından serçe parmağım büyüklüğündeki tebeşir eksik olmazdı. Bu yüzden “Gakgulak” derlerdi Aziz Abi’ye. Sattığı çayı unutmaması için ya oyun oynanan masanın ayağına ya da çay sattığı dükkânların kapı pervazına tebeşirle çizerdi alacağını. Çizgi sayısı artmışsa başparmağının kaba etini diliyle ıslatarak çizgileri siler, toplam sayıyı yazardı. Sabah işe geldiğinde iki cepli peştamalını beline bağlar, kahvenin tabanına su çiler, saman sarısı renginde ot süpürgesiyle tozutmadan süpürürdü. Peştamalının bir gözüne dükkânlardan topladığı markaları, diğer gözüne de domino taşlarıyla iskambil kâğıtlarını koyardı. Askerlik celbi geldiğinde şubeye gitmiş, “Senin gözlerin arızalı, nişan alamazsın” demiş, askere almamışlardı. “Ömrümde bi kere o kepi giyeydim, o tüfeeen dipçiini omuzuma yasdıyaydım iki gözüm de olmayaydı!” diye yerindiğinde, dayım: “Oluum senin iki tahtan noksan, tahtası noksanın peygamber ocağında ne işin var?” diye sustururdu. Bir tek dayımın sözlerinden zorsunmazdı. İşini ciddiyetle yapsa da tiki yüzünden rahat bırakmıyorlardı. Görmez tarafından koltuğunun altına dokunup kaçanlara istemsizce, “Ananı… !” der, yarısı dışarıda yarık dilini ısırarak elindeki çay tepsisiyle peşlerine düşerdi. Yemeğini götürdüğümde beni boş bırakmaz, “Hadi bakalım ben yemeğimi yiyinceye kadar sen de masalardaki boşları topla, dikkatli ol bardakları kırmayasın. Hayatı burada öğreneceksin!” diye, sıkı sıkı uyarırdı dayım. Altmışlı yıllardı, yaşlıların orak ayı dedikleri temmuzun ortalarıydı. Dayımın yemeğini götürmüş, masadaki boşları topluyordum. Altmışlı yıllar olduğunu da karakolun önünde askerlerin kutlama amacıyla havaya sıktıkları silah sesinden anımsıyorum. Askeri darbe yapıldığını sonradan öğrenmiştim. Sıcak bir yaz güneşiyle birlikte tatlı da bir esinti vardı çınarların altında. Asfalttan yavaş yavaş geçen uzun burunlu bir araba ana yoldan ayrılarak az ötemdeki kavşaktan dükkânlarla kanal arasındaki alana girdi. Hayriye Teyze’nin anneme hediye getirdiği Cezayir Menekşesinin rengindeydi. Sürücü, arkası yola, önü de dükkânlara bakacak şekilde geri geri gelerek kanalın bitişiğine park etti arabasını. Domino oynayanların dışındakiler yabancı arabanın oraya neden yerleştiğini merakla izliyorlardı. Doğduğum günden beri kapımızdan eksik olmadığından mı nedense arabalara karşı özel bir ilgim vardı. Günümüzde, antika galerilerinde sergilenen, önünde arkasında enlemesine “Chevrolet” yazan, direksiyondan vitesli Amerikan arabasının burnu kadar da arkası vardı. Motor kaputunun üstü harman yeri gibi geniş ve düzdü. Arabadan inen ablak suratlı, sivri burunlu adamın iki eliyle aniden başını kavraması dikkatimden kaçmamıştı. Sağ kulağının üstünden omuzuna kadar düşen bir tutam saçıyla kelini kapatmaya çabalıyordu. İner inmez rüzgâra yakalanmış, orantısız kesilmiş saçları darmadağın olmuştu. Saçlarını toplayıp önceki haline getirmeye çalışsa da esinti bir türlü fırsat vermiyordu adama. Tepesi tamamen dazlaklaşmış, kel kafası güneş ışığında ayna gibi parlıyordu. Tekrar arabasına bindi. Torpido gözünden çıkardığı limonu ortadan keserek avcuna sıktı ve ovarak saçlarına yedirdi. Limon suyuyla ıslanmış seyrek saçlarını iç dikiz aynasının karşısında iri dişli tahta bir tarakla özene bezene yaydı kel kafasına. Yabancı adamın kasabaya bir amaç için geldiği anlaşılsa da amacının ne olduğunu hiç kimse bilemiyordu. Kendisini büyük bir dikkatle izleyenlere aldırış etmeden bagaj kapağını açtı, bagajdan rulo halinde çıkardığı kalın, bej renkli bir kilimi arabanın motor kaputuna serdi. Kahvehanenin tahta sandalyelerinden ikisini yan yana koyarak bagajdan ıkına sıkına çıkardığı kocaman tahta bavulu sandalyelerin üzerine oturttu. Arka koltuğun üzerindeki pilli megafonu aldı, “Ses kontrol! Ses kontrol!” diyerek iç gıdıklayan çirkin bir sesle ilgi çekmeye başladı. Domino oynayanların dikkati dağılmıştı, onlar da oyunlarını bırakarak adama yöneldiler. Çınarların altında oturan kasaba halkının ilgisinin tamamen kendisine yöneldiğini görünce bavuldan birkaç tane kutu çıkardı, teker teker açıp yaygının üzerine sermeye başladı. Kurban bayramına on ya da on beş gün kalmıştı, bıçak satmanın tam da zamanıydı. Önce iki üç cins kasap bıçağı çıkararak dizdi kilimin üzerine. Masalar boşaldı. Müşteriler dağılıp kahve boşalınca dayım da burnundan solumaya başlamıştı. Arabanın etrafına üşüştü serin gölgede oturanlar. Ardından kösre taşını çıkardı. Bagajdan çıkardığı tırpanı, büyük bir ustalıkla bilemeye başladı. Keskinlettiği tırpanla, diliyle ıslattığı kolundaki kara tüyleri inceden inceye yülüdü. Adamın yaptıklarını ağzı açık izliyordu arabanın etrafına yarım ay şeklinde üşüşen kalabalık. Küçük ambalajlı böcek ilacının tanıtım kâğıdını okuyordu aksansız Türkçesiyle… Arabanın kaputunda fare kapanı da vardı ama onun üstünde fazla durmadı. Buram buram hamaset kokan cenk kitaplarını çıkardı destesiyle. “Şahmeranın Bacakları” öyküsünden seçtiği bir bölümceyi okudu. “Yusuf ile Züleyha” yı çıkardı tahta bavuldan. Ondan da bir bölümce okur okumaz üç tane sattı. Adamın etrafına toplananlar sus pus olmuşlardı. Esas duruşunu bozmadan komutanın emirlerini dinleyen acemi erler gibiydiler. “Elli bir yaşındayım, gezip görmediğim yer kalmadı. Hayatımda bu kadar güzel bir kasaba görmedim. Ana yol kasabanızın içinden geçiyor, şu çınarların güzelliğine, şu suyun şırıltılı akışına hayran kaldım. Geçim sıkıntısı çekmiyorsanız cenneti bu dünyada yaşıyorsunuz” diyordu adam. Ağzı laf yapan biriydi, sözcükler ağzından çıkmıyor, adeta fışkırıyordu. Konuşurken burun kanatları inip kalkıyor, ağzı açıldıkça üst çenesindeki altın dişleri ışıldıyordu. Adamın konuşmalarından etkilenerek kalabalığı yaran Aziz Abi, adama bir çay getirdi. Alüminyum sürahiyi kanala daldırarak soğuk sudan doldurdu, yanına da bir çelik bardak bıraktı. Damardan girmişti akıllı satıcı, satışlar başlamıştı; kasap bıçağı ya da tırpan alanlar, yanında bir de kösre taşı alıyordu. Böcek ilacının etkisini duyunca evlerindeki tahtakurusunun kökünü kazımak isteyenler yarışırcasına sıraya girdiler. Okumayı söken çocuklarına okutacakları hamaset kokan cenk kitapları, soba başında geçen uzun kış gecelerinin vazgeçilmezi olacaktı. Türlü şaklabanlıklar yaparak etrafına topladığı insanlara yeni yeni ürünler sergiliyordu seyrek saçlı, sivri burunlu adam. İki tırpanı birbirine çarptıkça ateşler sıçrıyordu gökyüzüne. Başına toplaşan kalabalığın kulaklarında saniyelerce çınlıyordu çeliğin sesi. Topuk çatlaklarını gideren kremden nasır ilacına, bel ağrısına iyi gelen yakıdan, hayvan bakanağına sürülen katrana kadar, ne istersen vardı tezgâhta. “Aranızda topuk çatlağı olan var mı?” dedi satıcı. Gerilerden bir adam atıldı. Yaşlıydı, tek ayağının üstünde duramıyordu. Yanındakilere tutunarak, ayağına giydiği kara lastiğin içinde gün boyu ekşi ekşi kokan, topuğuyla burnu delinmiş çorabını çıkardı. Satıcıya sırtını dönerek boşta kalan ayağını dizinden arkaya doğru kırdı. Atın ayağına nal çakan bir nalbant edasıyla yaşlı adamın topuğuna çimdirircesine topuk kremi sürdü satıcı. “Yarına ipek gibi olur topukların, teyzeminkiler çatlaksa ona da sen sür” dedi. “Beli ağrıyan var mı beli… Dizi ağrıyan var mı?” dedi bu kez. Bir el uzandı orta yerden, “Belim çok kötü, sabahaça gözüme uyku girmiyo, sızıdan bi yanımdan öte yanıma dönemiyom” dedi daha otuz beşlerindeki bir abi. “Yel girmiştir, al şu yakıyı ağrıyan yerine yapıştırsın ablam. Birkaç gün etliye sütlüye karışma. Sert bir yerde yat, yatarken de beline yün kuşak bağla, üç gün sonra hiçbir şeyciğin kalmaz, dipçik gibi olursun” dedi. Satıcı, umduğunun çok çok üstünde bir satış yaparak iki saat sonra ayrılmıştı kasabadan. Babam, kasabayla şehir arasında Chevrolet marka kamyondan bozma otobüsümüzle günübirlik yolcu taşımacılığı yapıyordu. Akşam eve geldiğinde kasabaya gelen satıcıyı, sattığı ürünleri, Aziz Abi’nin başına gelenleri anlattım. “Senin ne işin vardı oralarda? Ben sana dayının yemeğini verip döneceksin, evin çevresinden ayrılmayacaksın dememiş miydim!” demesini bekliyordum. Demedi… “Büyük şehirlerde bu tür satıcıların etrafına toplaşan kalabalıktan yararlanan cepçiler vardır. Satıcıya odaklanan kalabalığın cebindeki cüzdanları çalmak için sinsi sinsi dolaşıp işlerini büyük bir titizlikle yaparlar. Bu tür satıcılardan ürün satın alanlar, aldıkları ürünün hiç bir işe yaramayacağını, cebindeki cüzdanın kalabalıkta çalındığını kalabalık dağıldıktan sonra anlar, ah tuh ederek dövünürler ama iş işten geçmiş olur. Bizim burada herkes birbirini tanıdığı için benzeri bir olayın yaşandığını sanmıyorum. Kapıya gelen satıcıdan mal alınmaz. Ne o tırpanlarla yonca biçebilirler ne de o ilaçlar dertlerine derman olur ” dedi babam. Babamın dediği gibi kimsenin cüzdanı çalınmamıştı ama olanlar Gakgulak Aziz’e olmuştu. Su getirdiği sürahisi, metal bardağıyla çay bardağı da gitmişti satıcının uzun burunlu şavrolesinde. Aziz “Abi, adam tellemişdi, yüreem acıdı. Bi bardak çay götüdüm, sülahiye su dolduudum, dili damaaa gurumuşdur soğuk soğuk içsin dedim. Ne bilem alıp da gaçacaaanı gallektersizin!” diye kendini savunuyordu dayımın karşısında. İki bardağa sahip çıkamadı diye işinden kovulan Gakgulak Aziz, kallavi bir ders daha almıştı hayat mektebinden. Günümüz siyasetçilerinin davranışlarını gördükçe çocukluğumda yaşadığım bu olay gelir aklıma. Uyutulduğumuzu, reklamı yapılanla kutulanıp satılanın birbirinden farklı ürünler olduğunu düşünürüm. Kapanın elinde kalsa da bagajdan çıkan kutulu tırpandan çıngı bile çıkmadığını… Ne yazık ki yıllardır ne o derin uykudan uyanabiliyoruz ne de topuklarımızdaki derin yarıklardan kurtulabiliyoruz...
Ekleme Tarihi: 03 Temmuz 2024 - Çarşamba
Fatih DULKADİROĞLU

GAKGULAK

Çocukluğum geldi aklıma. Evimizin alt katında kiracımızdı Postacı Mevlit Amca’yla karısı Hayriye Teyze… Bir gün, Tarsus’tan döndüklerinde küçük bir Vita yağı tenekesinin içinde çok güzel bir çiçek getirmişlerdi. Başkalarını geçtim, babamdan bile hediye almaya alışık olmayan annem çok mutlu olmuştu.
“Çok sağ olasın Hayriye Abla! Ne kadar güzel, adı ne bu çiçeğin?” dedi.
“Bizim oralarda buna Cezayir Menekşesi derler. Bu mor olanı, eflatunla beyaz olanları da vardı, seversin diye sana mor olanı getirdim. Yaz kış yaprakları dökülmez, sıcak ve güneş alan yerde gelişir.”
“Oturma odasının penceresine koyarım, onu hiç üşütmem” dedi, paslı tenekedeki çiçeği bağrına basan annem.
Ortasından şehirlerarası yol geçerdi doğduğum kasabanın. Kendi elektriğini üreten kasabanın çıkışındaki hidroelektrik santrali, açık trapez kanaldan cazibeyle akan suyla besleniyordu. Yakın bir dağ eteğinden çıkan suyun soğukluğuna ve kanal boyunca devam eden çınar ağaçlarının gölgesindeki serinliğin keyfine doyum olmuyordu sıcak yaz aylarında. Su kanalıyla dükkânlar arasındaki geniş toprak zeminli alan, yerleşim yeri ile ana yol arasında tampon bölge oluşturuyordu.
Kasabada kahvehane çalıştıran Sadık dayım, ağaçların gölgesine sıralardı oyun masalarını. Üzeri iri kareli örtülerle bezenmiş kontrplak kaplama, dört kişinin oyun oynayabileceği büyüklükteki masalarda sohbetler edilir, küçücük demir parçalarıyla oyunlar oynanırdı. Açık havada rüzgâr uçurur diye kâğıt oyunları oynanmadığını, onun yerine domino oynandığını Sadık dayımdan öğrenmiştim. “Domino oyunu yirmi sekiz taşla oynanır. Birden altıya kadar numaralar zımbalanmıştır… hep ayazı da vardır, dubarası da. Bakıra çinko katılarak elde edilen sarı renkli pirinç metal parçalarıyla oynanan bu oyunu çoğunlukla faytoncular oynadığı için bazı yörelerde faytoncu oyunu da denir.” diye anlatmıştı.
Yoldan geçen arabaların gürültüsünden, suyun şırıltısından domino taşlarının duralit üzerinde çıkardığı çatırtıyı duyan olmazdı. Taşlarını avucunun içinde rakibinden saklayan ya da eliyle gölgeleyen oyuncular, laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı ciddiyetiyle oynarlardı oyunlarını. Sert ve masif ağaçtan yapılmaydı kahvenin boyasız tahta sandalyeleri. Dört ayağının orta yerinden, paslanabilen telle sağlamlaştırılmış sandalyelerin üzerinde saatlerce zaman geçirirdi oturanlar. Bir dizini kırıp altına alanları, üçüne birden oturanları, sandalyesini ağaca yaslayıp kaykılarak oturanları hiç sevmezdi dayım. “Bu görgüsüzlere sandalye mi dayanır? Baksana şunun oturuşuna, insanlıktan nasiplenmemiş!” diye mırıldanır dururdu.
Garson Aziz Abi, işaret parmağına taktığı askılı çay tepsisiyle dağıttığı çayın bir damlasını bile dökmeden fırıl fırıl döndürerek ortalıkta gösteri yapardı. Evlenmemişti. Genç yaşında bile yüzü buruşmuş bir yaşlı gibiydi. İlkokul beşe kadar okuyup okumadığını kendisi bile bilmiyordu. Soranlara “Hayat mektebini okuduk oluuum!..” derdi. Asma yaprağı gibi geniş kulağından serçe parmağım büyüklüğündeki tebeşir eksik olmazdı. Bu yüzden “Gakgulak” derlerdi Aziz Abi’ye. Sattığı çayı unutmaması için ya oyun oynanan masanın ayağına ya da çay sattığı dükkânların kapı pervazına tebeşirle çizerdi alacağını. Çizgi sayısı artmışsa başparmağının kaba etini diliyle ıslatarak çizgileri siler, toplam sayıyı yazardı.
Sabah işe geldiğinde iki cepli peştamalını beline bağlar, kahvenin tabanına su çiler, saman sarısı renginde ot süpürgesiyle tozutmadan süpürürdü. Peştamalının bir gözüne dükkânlardan topladığı markaları, diğer gözüne de domino taşlarıyla iskambil kâğıtlarını koyardı. Askerlik celbi geldiğinde şubeye gitmiş, “Senin gözlerin arızalı, nişan alamazsın” demiş, askere almamışlardı. “Ömrümde bi kere o kepi giyeydim, o tüfeeen dipçiini omuzuma yasdıyaydım iki gözüm de olmayaydı!” diye yerindiğinde, dayım:
“Oluum senin iki tahtan noksan, tahtası noksanın peygamber ocağında ne işin var?” diye sustururdu. Bir tek dayımın sözlerinden zorsunmazdı. İşini ciddiyetle yapsa da tiki yüzünden rahat bırakmıyorlardı. Görmez tarafından koltuğunun altına dokunup kaçanlara istemsizce, “Ananı… !” der, yarısı dışarıda yarık dilini ısırarak elindeki çay tepsisiyle peşlerine düşerdi.
Yemeğini götürdüğümde beni boş bırakmaz, “Hadi bakalım ben yemeğimi yiyinceye kadar sen de masalardaki boşları topla, dikkatli ol bardakları kırmayasın. Hayatı burada öğreneceksin!” diye, sıkı sıkı uyarırdı dayım.
Altmışlı yıllardı, yaşlıların orak ayı dedikleri temmuzun ortalarıydı. Dayımın yemeğini götürmüş, masadaki boşları topluyordum. Altmışlı yıllar olduğunu da karakolun önünde askerlerin kutlama amacıyla havaya sıktıkları silah sesinden anımsıyorum. Askeri darbe yapıldığını sonradan öğrenmiştim.
Sıcak bir yaz güneşiyle birlikte tatlı da bir esinti vardı çınarların altında. Asfalttan yavaş yavaş geçen uzun burunlu bir araba ana yoldan ayrılarak az ötemdeki kavşaktan dükkânlarla kanal arasındaki alana girdi. Hayriye Teyze’nin anneme hediye getirdiği Cezayir Menekşesinin rengindeydi. Sürücü, arkası yola, önü de dükkânlara bakacak şekilde geri geri gelerek kanalın bitişiğine park etti arabasını. Domino oynayanların dışındakiler yabancı arabanın oraya neden yerleştiğini merakla izliyorlardı.
Doğduğum günden beri kapımızdan eksik olmadığından mı nedense arabalara karşı özel bir ilgim vardı. Günümüzde, antika galerilerinde sergilenen, önünde arkasında enlemesine “Chevrolet” yazan, direksiyondan vitesli Amerikan arabasının burnu kadar da arkası vardı. Motor kaputunun üstü harman yeri gibi geniş ve düzdü.
Arabadan inen ablak suratlı, sivri burunlu adamın iki eliyle aniden başını kavraması dikkatimden kaçmamıştı. Sağ kulağının üstünden omuzuna kadar düşen bir tutam saçıyla kelini kapatmaya çabalıyordu. İner inmez rüzgâra yakalanmış, orantısız kesilmiş saçları darmadağın olmuştu. Saçlarını toplayıp önceki haline getirmeye çalışsa da esinti bir türlü fırsat vermiyordu adama. Tepesi tamamen dazlaklaşmış, kel kafası güneş ışığında ayna gibi parlıyordu. Tekrar arabasına bindi. Torpido gözünden çıkardığı limonu ortadan keserek avcuna sıktı ve ovarak saçlarına yedirdi. Limon suyuyla ıslanmış seyrek saçlarını iç dikiz aynasının karşısında iri dişli tahta bir tarakla özene bezene yaydı kel kafasına. Yabancı adamın kasabaya bir amaç için geldiği anlaşılsa da amacının ne olduğunu hiç kimse bilemiyordu.
Kendisini büyük bir dikkatle izleyenlere aldırış etmeden bagaj kapağını açtı, bagajdan rulo halinde çıkardığı kalın, bej renkli bir kilimi arabanın motor kaputuna serdi. Kahvehanenin tahta sandalyelerinden ikisini yan yana koyarak bagajdan ıkına sıkına çıkardığı kocaman tahta bavulu sandalyelerin üzerine oturttu. Arka koltuğun üzerindeki pilli megafonu aldı, “Ses kontrol! Ses kontrol!” diyerek iç gıdıklayan çirkin bir sesle ilgi çekmeye başladı. Domino oynayanların dikkati dağılmıştı, onlar da oyunlarını bırakarak adama yöneldiler. Çınarların altında oturan kasaba halkının ilgisinin tamamen kendisine yöneldiğini görünce bavuldan birkaç tane kutu çıkardı, teker teker açıp yaygının üzerine sermeye başladı.
Kurban bayramına on ya da on beş gün kalmıştı, bıçak satmanın tam da zamanıydı. Önce iki üç cins kasap bıçağı çıkararak dizdi kilimin üzerine. Masalar boşaldı. Müşteriler dağılıp kahve boşalınca dayım da burnundan solumaya başlamıştı. Arabanın etrafına üşüştü serin gölgede oturanlar. Ardından kösre taşını çıkardı. Bagajdan çıkardığı tırpanı, büyük bir ustalıkla bilemeye başladı. Keskinlettiği tırpanla, diliyle ıslattığı kolundaki kara tüyleri inceden inceye yülüdü. Adamın yaptıklarını ağzı açık izliyordu arabanın etrafına yarım ay şeklinde üşüşen kalabalık. Küçük ambalajlı böcek ilacının tanıtım kâğıdını okuyordu aksansız Türkçesiyle… Arabanın kaputunda fare kapanı da vardı ama onun üstünde fazla durmadı. Buram buram hamaset kokan cenk kitaplarını çıkardı destesiyle. “Şahmeranın Bacakları” öyküsünden seçtiği bir bölümceyi okudu. “Yusuf ile Züleyha” yı çıkardı tahta bavuldan. Ondan da bir bölümce okur okumaz üç tane sattı. Adamın etrafına toplananlar sus pus olmuşlardı. Esas duruşunu bozmadan komutanın emirlerini dinleyen acemi erler gibiydiler.
“Elli bir yaşındayım, gezip görmediğim yer kalmadı. Hayatımda bu kadar güzel bir kasaba görmedim. Ana yol kasabanızın içinden geçiyor, şu çınarların güzelliğine, şu suyun şırıltılı akışına hayran kaldım. Geçim sıkıntısı çekmiyorsanız cenneti bu dünyada yaşıyorsunuz” diyordu adam. Ağzı laf yapan biriydi, sözcükler ağzından çıkmıyor, adeta fışkırıyordu. Konuşurken burun kanatları inip kalkıyor, ağzı açıldıkça üst çenesindeki altın dişleri ışıldıyordu. Adamın konuşmalarından etkilenerek kalabalığı yaran Aziz Abi, adama bir çay getirdi. Alüminyum sürahiyi kanala daldırarak soğuk sudan doldurdu, yanına da bir çelik bardak bıraktı. Damardan girmişti akıllı satıcı, satışlar başlamıştı; kasap bıçağı ya da tırpan alanlar, yanında bir de kösre taşı alıyordu. Böcek ilacının etkisini duyunca evlerindeki tahtakurusunun kökünü kazımak isteyenler yarışırcasına sıraya girdiler.
Okumayı söken çocuklarına okutacakları hamaset kokan cenk kitapları, soba başında geçen uzun kış gecelerinin vazgeçilmezi olacaktı.
Türlü şaklabanlıklar yaparak etrafına topladığı insanlara yeni yeni ürünler sergiliyordu seyrek saçlı, sivri burunlu adam. İki tırpanı birbirine çarptıkça ateşler sıçrıyordu gökyüzüne. Başına toplaşan kalabalığın kulaklarında saniyelerce çınlıyordu çeliğin sesi.
Topuk çatlaklarını gideren kremden nasır ilacına, bel ağrısına iyi gelen yakıdan, hayvan bakanağına sürülen katrana kadar, ne istersen vardı tezgâhta.
“Aranızda topuk çatlağı olan var mı?” dedi satıcı.
Gerilerden bir adam atıldı. Yaşlıydı, tek ayağının üstünde duramıyordu. Yanındakilere tutunarak, ayağına giydiği kara lastiğin içinde gün boyu ekşi ekşi kokan, topuğuyla burnu delinmiş çorabını çıkardı. Satıcıya sırtını dönerek boşta kalan ayağını dizinden arkaya doğru kırdı. Atın ayağına nal çakan bir nalbant edasıyla yaşlı adamın topuğuna çimdirircesine topuk kremi sürdü satıcı.
“Yarına ipek gibi olur topukların, teyzeminkiler çatlaksa ona da sen sür” dedi.
“Beli ağrıyan var mı beli… Dizi ağrıyan var mı?” dedi bu kez. Bir el uzandı orta yerden, “Belim çok kötü, sabahaça gözüme uyku girmiyo, sızıdan bi yanımdan öte yanıma dönemiyom” dedi daha otuz beşlerindeki bir abi.
“Yel girmiştir, al şu yakıyı ağrıyan yerine yapıştırsın ablam. Birkaç gün etliye sütlüye karışma. Sert bir yerde yat, yatarken de beline yün kuşak bağla, üç gün sonra hiçbir şeyciğin kalmaz, dipçik gibi olursun” dedi.
Satıcı, umduğunun çok çok üstünde bir satış yaparak iki saat sonra ayrılmıştı kasabadan.
Babam, kasabayla şehir arasında Chevrolet marka kamyondan bozma otobüsümüzle günübirlik yolcu taşımacılığı yapıyordu. Akşam eve geldiğinde kasabaya gelen satıcıyı, sattığı ürünleri, Aziz Abi’nin başına gelenleri anlattım.
“Senin ne işin vardı oralarda? Ben sana dayının yemeğini verip döneceksin, evin çevresinden ayrılmayacaksın dememiş miydim!” demesini bekliyordum. Demedi…
“Büyük şehirlerde bu tür satıcıların etrafına toplaşan kalabalıktan yararlanan cepçiler vardır. Satıcıya odaklanan kalabalığın cebindeki cüzdanları çalmak için sinsi sinsi dolaşıp işlerini büyük bir titizlikle yaparlar. Bu tür satıcılardan ürün satın alanlar, aldıkları ürünün hiç bir işe yaramayacağını, cebindeki cüzdanın kalabalıkta çalındığını kalabalık dağıldıktan sonra anlar, ah tuh ederek dövünürler ama iş işten geçmiş olur. Bizim burada herkes birbirini tanıdığı için benzeri bir olayın yaşandığını sanmıyorum. Kapıya gelen satıcıdan mal alınmaz. Ne o tırpanlarla yonca biçebilirler ne de o ilaçlar dertlerine derman olur ” dedi babam.
Babamın dediği gibi kimsenin cüzdanı çalınmamıştı ama olanlar Gakgulak Aziz’e olmuştu. Su getirdiği sürahisi, metal bardağıyla çay bardağı da gitmişti satıcının uzun burunlu şavrolesinde. Aziz “Abi, adam tellemişdi, yüreem acıdı. Bi bardak çay götüdüm, sülahiye su dolduudum, dili damaaa gurumuşdur soğuk soğuk içsin dedim. Ne bilem alıp da gaçacaaanı gallektersizin!” diye kendini savunuyordu dayımın karşısında. İki bardağa sahip çıkamadı diye işinden kovulan Gakgulak Aziz, kallavi bir ders daha almıştı hayat mektebinden.
Günümüz siyasetçilerinin davranışlarını gördükçe çocukluğumda yaşadığım bu olay gelir aklıma. Uyutulduğumuzu, reklamı yapılanla kutulanıp satılanın birbirinden farklı ürünler olduğunu düşünürüm. Kapanın elinde kalsa da bagajdan çıkan kutulu tırpandan çıngı bile çıkmadığını…
Ne yazık ki yıllardır ne o derin uykudan uyanabiliyoruz ne de topuklarımızdaki derin yarıklardan kurtulabiliyoruz...
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gazetemalatya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

02
Kasım
05
Ağustos
18
Temmuz
08
Temmuz
03
Temmuz
02
Temmuz
19
Haziran
11
Haziran
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.