1978 yılında Ayancık Sinop'a yerleştim.
HV.RD. Mevzi Komutanlığına yedek subay hekim olarak atanmıştım.
Benden önceki doktorlara olduğu gibi bana da muayenehane açma izni verildi. Muayenehanemde hem garnizon tabipliği görevini yürütüyor; Asker ailelerine, şehit ailelerine sağlık hizmeti veriyor, Askere gideceklerin muayenelerini yapıyor, hem de özel hastalarıma hizmet veriyordum. Sabah radar mevziine çıkıp viziteye çıkan er ve erbaşları, subay astsubayları muayene ettikten sonra radardan şehire inip özel muayenehanemde gene resmi kıyafetle çalışıyordum.
Pazar hariç her gün muayenehanemi açıyor saat 17:00 ye kadar çalışıyordum. Ama gece gündüz hangi saatte hasta gelirse gidip muayenehanemi açıp gerekeni yapıyordum. Ayancık küçük, şirin, modern bir ilçe. Herkes birbirini tanıyor. Şehirde bulunan araba sayısı sayılır olduğundan kimin arabası nerede takip edilir, o kişi derhal bulunurdu. Ör. Bir akşam oturmasına gitsek mesai dışı gelen hastalar arabayı takip ederek elleriyle koymuş gibi orada bulurlardı.
O zamanlar kahvehaneye şehir kulübüne gitme alışkanlığım yoktu. 2 küçük oğlum Özgür Aydıncak ve Op. Dr. Özgen Aydıncak vardı, onların birini bir omuzuma, birini diğer omuzuma yatırır, TV izler evde onlarla güzel zamanlar geçirmeye çalışırdım.
Bir Pazar günü şimdi adını hatırlayamadığım bir öğretmen geldi, köyde yatalak bir hastası olduğunu ona gidip bakıp bakamayacağımı sordu. Meslek hayatımda hiç kimseye bakamam, gelemem demedim, sofradaysam kaşığı bırakıp giderdim. Hemen giyindim, Çantam zaten arabada hazır bekliyor. Köy dediği de 2 km lik bir mesafede, gönül bağım olan Ayancık Köyüymüş. (Şimdilerde Denizciler mahallesi deniyor)
Set başı denilen bir yere kadar araba ile gittik. Sonra yol yok. Yaya yolu da yok. Sahilden kumların çakılların üzerinde yürüyerek bu sağdaki küçük evin önüne geldik. O zaman henüz barınak yapılmamış olduğundan ev sahilden epey yüksekteydi,2-3 basamaklı ağaç merdivenden yukarı çıktık. Belki evin çatısı ve bir kat daha sonra yapıldı, tam bilemiyorum. Neyse eve girdik, hastanın yattığı odaya girdik. Yatakta 70 yaş civarında bir aslan yatıyordu…
Aslan kadere ve sosyal çevreye kızgınlığıyla kükrüyor, burnundan soluyordu. Selamlaştık oturduk. Belli geçmişte çok yakışıklı ve güçlü kuvvetliymiş. Hafif saçları dökülmüş olsa da boncuk ,boncuk mavi gözleriyle halen yakışıklı ve hayat dolu bir insan vardı karşımda. O konuştu, ben sabırla dinledim. Eşi sevgi dolu, sempatik, tatlı dilli güler yüzlü Fatma abla ve beni götüren öğretmen arkadaşın rahatsız olacağım, zamanımın kaybolacağı düşüncesiyle araya girip konuyu kısa kestirmelerine aldırmadan İsmail Tarakçı yı dinledim. Eski sporculardanmış, güreş, atletizm, yüzme, futbol birçok dalda deniz aşırı müsabakalara gittiklerini, şampiyonluklarını, kupalarını anlattıkça anlattı. Arkadaş gruplarını anlattı, biraz buruk anlattı, onlara kızgın ve kırgındı.
Stadda "ya ya ya, şa şa şa İsmail, İsmail çok yaşa" diye bağıranlara da kırgındı.
Kırgınlığı onlara duyduğu özlemlerden kaynaklanıyordu. Felç geçirip yarım insan olup yatağa mahkum olduğunda hiç kimse arayıp sormamış. Bir ara bir balıkçı arabasına oturtulmuş (Tekerlekli Sandalalar o zaman yaygın değildi) birisi götürmüş şehirde bir tur attırmış, arkadaşları Eczacı Turan'ı, Balıkçı Dayı Ziya'yı, Avukat Arda'nı görmüş. Ama o zamandan beri bu vefasızlar kendini ziyarete gelmemiş, halini hatırını sormamışlar.
O kadar kırılmış ki kırgınlığını "Bi daha dünyaya gelecek olsam anamdan kafamı çıkarıp bakarım, eğer Türkiye ise kafamı geri çeker vallah çıkmam, gitsin nerede doğurursa doğursun" diye dillendiriyordu.
Biz sohbet ederken sıcacık gülüşüyle Fatma abla Türk kahvesini getirdi. Fatma abla güzel fal bakarmış, ayrıca altın zincire taktığı altın yüzük ile tansiyon ölçüp gebelerde bebek cinsiyetini tespit ediyormuş. İsmail amcadan fırsat buldukça onunla da konuştum, işin tekniğini öğrendim.
Sonuç olarak İsmail amcaya sohbetten başka REÇETE YAZMADIM. Konuştukça rahatladı, tekrar görüşmek dilekleriyle ayrıldık.
İsmail amcanın özlemleri bana çok dokunmuştu.
Ayancık Sinop da yeniydim, henüz kimseleri tanımıyordum. İsmail amcanın özlem ve kırgınlıkla andığı arkadaşlarını sordum soruşturdum buldum, onlara vefasızlıklarını yüzlerine karşı söyledim
"O sizin özleminizle yanıyor ama size gelemiyor, siz neden gitmiyorsunuz"
diye serzenişte bulundum. Duruma çok üzüldüler, İsmail amcaya hak verdiler. Söz verdiler önümüzdeki pazar hep beraber gidelim dediler. Pazar günü ayıptır söylemesi biraz meyve falan aldık gittik. Tarakçı İsmail'in durumdan haberi yoktu. Süpriz oldu. Çok sevindi, gözleri yaşardı, bana ve arkadaşlarına defalarca teşekkür etti. İçi içine sığmıyordu. Kahkahalar gökyüzüne çıkıyordu. Zaman akıp gidiyordu. Arkadaşları ile çeşitli şakalar yaptılar, anılar paylaştılar. Aklımda kalan birini ben de paylaşayım.
İsmail Tarakçı ile bir arkadaşı bir paket bisküvi için LADES tutuşmuşlar. Aradan epey zaman geçmiş, birbirini kandıramamışlar. İkisi de kereste fabrikasında işçi...Havuzdaki tomrukları ellerindeki çengelli sırıklar ile yönlendirirken Tarakçı arkadan arkadaşının iki kürek kemiği arasına tüm gücü ile sırığı aşk etmiş. Arkadaşı noluyor falan derken bir daha, bir daha sırığı indirmiş. Arkadaşı can havliyle koşup kaçmaya çalışmış, ama Tarakçı atlet, koşucu, Birkaç adımda yakalayıp sırığı indiriyor. Sonunda arkadaşı
"Yav noluyor beni öldürecek misin?" diye sırığa sarılıyor. Tarakçı sevinçle
" LADES,,LADES" diye bağırıyor.
Arkadaşı acılar içinde kıvranarak "Ulan ladesin batsın bir paket bisküvi için beni öldürecektin" diyor ama bisküviyi de alıyor, İsmail Tarakçı afiyet ile yiyor.
NOT
Bu anıyı 6 yıl önce paylaşmış ve DELİCE DOKTOE AYANCIK ANILARI kitabıma almıştım
Bu resimde sağ taraftaki küçük ev yanlış hatırlamıyorsam İsmail Tarakçı'nın evi.