Ay, kalaylı büyük bir bakır tepsi gibi gökyüzünde parlıyordu. Düz ovayı, kenarında geçen patika yolu, yamaçtaki palamut ve meşe ağaçlarını, güneş tutulmasındaki sarımsı-beyaz ışık gibi aydınlatıyordu.
Ali, kayanın dibine serdiği keçe*sinin üzerine sırtüstü uzanmış, iki elini birbirine kenetleyip, kollarını arkadan başının altına sokmuştu. Az ötesindeki yaban armudu ağacının altına dinlenmeye aldığı koyun sürüsü, başlarını biribirinin gövdesine sokmuş, uykuya dalmıştı. Gecenin sessizliğinde geviş* sesleri, çok hafif duyulan bir müzik sesi gibiydi.
Onsekiz yaşına yeni girmişti. Ergenlik sivilce izleri, uzayan sarımsı sakal ve bıyık tüyleri, yüzüne apayrı bir hava veriyor, yaşından biraz daha büyük gösteriyordu.
Gecenin sükuneti, ay ışığının parlak gizemi altında, hayallere dalmıştı...
*****
Babasını hiç görmemişti.
O doğmadan önce öldüğü söyleniyordu.
Yedi yaşını bitirdiğinde annesi Cemile, '93 harbi' döneminde askere gidip, üç yıl sonra sol kolu omuzundan kesik dönen köylüsü Hasan ile evlendirildi.
Hasan, seferberlik ilanıyla birlikte askere alınan yöredeki genç erkeklerden biriydi. Askere giden erkeklerin büyük çoğunluğu geri dönmemişti. Osmanlı'nın ağır yenilgisiyle sonuçlanan savaşta öldükleri sanılıyordu. Dönen, bir elin sayısı kadar erkek de yarım vücut gelmişti. Ya bir gözü kör, ya bir bacağı veya bir kolu yoktu.
İyi adamdı Hasan.
Şimdi biri beş, diğeri yedi yaşında olan kardeşlerinden hiçbir zaman ayırt etmemişti onu. Ne kendisine ne anasına karşı şimdiye kadar kem bir sözü duyulmamıştı. Köyün hemen dışında, babasının ölmeden önce yaptığı evde hır-gür olmadan, mutlu-mesut, huzur içinde yaşayıp gidiyorlardı.
*****
Sürü yatağının diğer tarafında keçesini omuzuna atmış, bağdaş kurup oturan Cemal vardı. Sarma sigarasını dudak ucuna almış, arasıra derin bir nefesle ağzına doldurduğu koyu dumanı içine çekip, burun deliklerinden dışarıya savuruyordu. Esas çoban oydu. Geceleri Ali yardımcı olarak geliyordu.
Hemen yanında, arka ayakları üzerinde oturmuş olan Kangal çoban köpeği Karabaş ayağa kalktı. Cemal'in önünden geçti. Şöyle bir silkindi. Boynundaki çivili tasmanın* çıkardığı metal ses, gecenin sessizliğini bozdu. Etrafı bir, iki dolandı. Geldi, Ali'nin yanında durdu. Ali uzandı, başını okşadı. Yetişkin bir insanla konuşur gibi hal-hatırını sordu.
O varken sürünün de, çobanların da canı güvendeydi.
*****
Tam o sırada gördü onu.
Ayışığının gittikçe aydınlattığı aşağıdaki patika yoldan bir adam yavaş yavaş yürüyordu. Sanki yürümüyor da ayaklarını zoraki toprağa sürüyordu. Omuzunun üstüne aldığı uzunca bir değneğin ucunda torba ya da çanta gibi bir şey vardı. Bu yük ona ağır geliyor, taşıyamayacak kadar yorgundu sanki.
Hareket eden bir gölge gibi köye doğru gidiyordu.
*****
Mustafa, onsekiz yıl önce terkettiği topraklardaydı artık.
Şimdi otuzbeş yaşında olmasına rağmen en az altmış yaşında gösteriyordu. Avurtları çökmüş, cildi kurumuş, alnındaki çizgiler derinleşmişti. Ak düşmüş, uzamış saç ve sakalıyla ihtiyar bir adam sanılırdı. Gıdasızlıktan bir deri, bir kemik kalmıştı. Hani, 'üflesen uçacak' deyimindeki bir 'adem baba' gibiydi. Üstünde lime lime yıpranmış olan giysinin rengi toz, topraktan belirsiz olmuştu. Ayaklarında, alt tabanı neredeyse yok olmuş, üst tarafı ve yanları yer yer yırtık bir postal vardı.
*****
Karabaş da gördü onu. Silkindi, kulaklarını dikleştirdi, iki, üç defa havladı, koşma pozisyonu aldı. Ali tuttu tasmasından, sakinleştirdi. Gecenin bu saatinde yolunda giden bu yorgun yolcuyu huzursuz etmek hoş olmazdı.
*****
Aylardır yollardaydı Mustafa.
Serbest bırakıldığı Kars'tan itibaren, memleketinin yönünü sora sora, yaya olarak yürümüştü.
Takatı tükenmek üzereydi.
Son bir gayretle ayaklarını sürüyerek geçtiği bu patika yolun sonunda kendi köyü, evi vardı.
Tatlı, sımsıcak bir heyecan sardı bedenini.
Beton gibi ağırlaşmış olan ayaklarını, vargücüyle kaldırarak daha hızlı adımlar atmaya çalıştı.
Gitmeden bir yıl kadar önce evlendiği, biribirlerine doyamadan bırakıp gittiği karısı kendisini görünce ne yapacaktı acaba?
Gittiği günden beri birbirlerinden hiçbir haber alamamışlardı.
Yanılmıyorsa, askere alındığında karısı üç ya da dört aylık hamileydi. Doğumunu görmediği çocuğu acaba kız mı, erkek mi oldu henüz bilmiyordu.
'Kız ya da erkek ne farkeder' diye düşündü.
Artık on sekizine girmiş olan bir genç evlada sarılacağı hayaliyle adımlarını daha da hızlı atmaya başladı.
Düz ovanın bitiminde küçük bir tepeyi aşınca, ay ışığının vurduğu selvi ağaçları arasında köyünün evleri göründü. Kendi evi az ötedeydi. Bu evi yaparken etrafına diktiği selvi ve ceviz ağaçları büyümüş, boyları evin üstünü aşmıştı.
Kalbi yerinden çıkacak gibi atmaya başladı.
Sağ elini götürüp sol göğsüne koydu.
Avucunun içinde bir serçe kuşunun titrediğini hisseti sanki.
Köye yaklaşınca, birkaç köpeğin havlama sesi duyuldu. Kendisine doğru havlayarak gelen köyünün köpeklerini bile ne kadar özlediğini düşündü. Uzun yıllar sonra gecenin bir yarısında döndüğü köyünde, köpekler karşılıyordu onu.
Bir gülümseme gelip yerleşti yüzüne.
*****
Cemile, yattıkları zifiri karanlık odada kocasını dürterek uyandırdı.
"Hasan kalk! Dışarıda biri var galiba. Kapıya birkaç kez vurduğunu duydum" dedi.
Hasan kalktı.
Yatarken yanıbaşlarına koydukları çıra*yı el yordamıyla buldu. Fitilini biraz yukarı doğru çekti. Muhtar çakmağını ateşleyip yaktı. Odayı aydınlatan sarı ışıkla birlikte simsiyah bir is dumanı tavana doğru yükseldi. Genzi yakan gazyağı kokusu odayı sardı.
*****
Evin bir odasında ışığın yandığını gördü Mustafa.
Ahşap kapıya bir iki defa daha eliyle vurdu. Kapı arkasına gelen ayak seslerini duydu. Sürgüsü* çekilen kalın ahşap kapı gıcırdayarak aralandı.
Çıradan süzülen ışık hüzmesi Hasan'ın yüzünü aydınlattı.
*****
Ayışığı aydınlığında yüzü tam seçilmeyen adamın bir an titrediğini farketti Hasan.
Dikkatli bakınca tanıdığı biri değildi.
Böyle yolcular bazen gelirdi. Yorgun veya aç oldukları zamanlarda harhangi bir köy evinin kapısını çaldıkları çok olurdu.
"Buyur gardaşım" dedi.
"Gecenin bu saatinde hayırdır inşallah. Nerden gelir, nereye gidersin?"
"Evet, çok uzun bir yoldan geldim" dedi Mustafa.
"Belli" dedi Hasan.
"Açsındır şimdi. Hanıma diyeyim de birşeyler hazırlasın."
Cevap beklemeden evin içine seslendi.
"Cemile, bir Tanrı misafirimiz var. Yorgun ve aç sanırım. Yiyecek birşeyler hazırla. Önce bir su getir."
*****
Daha kapı açılırken tanımıştı Hasan'ı Mustafa. Çocuklukları, gençlik yılları birlikte geçmişti. Köydeki en iyi anlaştığı arkadaşlarından biriydi. Askere birlikte gitmişlerdi. Paylaştıkları binlerce hatıra peş peşe gelip geçti aklından.
Onlarca soru işareti de çakıldı beynine!
En birinci soru da; 'Hasan'ın ne işi vardı kendi evinde?'
Gerçeği idrak etmesi gecikmedi.
Bütün kanı çekildi sanki vücudundan!
Bıçak vursalar tek damla akmazdı.
Dünya yıkıldı başına!
O anda sanki otuz beş yıl daha yaşlandı.
Başı döndü.
Düşmemek için elindeki değneğe dayandı.
Hasan, birşeyler daha söylüyordu ama dedikleri yankılanarak, anlamadığı bir tınıda gelip gelip çarpıyordu suratına...
*****
Tam o sırada kapı aralığından Cemile göründü. Çıra hüzmesi ve ayışığının bir an aydınlattığı Mustafa'nın yüzünü gördü.
Gözleri, gözlerine sabitlendi.
Elindeki su dolu sürahi bir yana, bakır tas bir yana yuvarlandı gitti.
Dizlerinin bağı çözüldü.
Gözleri karardı.
"Mustafaaaa" diye bağırırken olduğu yere yığıldı, bayıldı.
*****
Mustafa hiçbir şey söylemeden sırtını döndü, gitti.
Son gördüğü ve duyduğu; Hasan'ın, tek kolunu boylu boyunca yere uzanmış olan karısının başı altına koymaya çalışması, "Cemile, Cemile" diye haykırması oldu.
*****
Ertesi gün bütün köy halkı Mustafa'nın geldiğini ve geri gittiğini duydu.
Dağ, taş arandı.
Gidebileceği her yöne atlı takipçiler çıkarıldı.
Yer yarıldı, içine girdi sanki.
Mustafa'nın hiç bir yerde izine rastlanmadı.
*****
Mustafa, 1877 yılında, (rumi takvim hesabıyla 1293 yılına denk geldiği için, '93 harbi' diye anılan) savaş başlarken 18 yaşında askere alınmış, Kafkas cephesine gönderilmişti.
II.Abdülhamid'ın padişah olduğu Osmanlı devleti, Balkanlar ve Kafkasya cephelerinde Rusya ile girdiği çetin bir savaştan sonra yenilmiş, çok ağır toprak, mal ve can kayıpları vermişti.
Ordu dağılmıştı. Bozulan düzen nedeniyle ölen, esir düşen onbinlerce askerin kaydı bile doğru dürüst tutulmamıştı. Savaştan sonra evine dönen 'dönmüş,' dönemeyenler ise 'öldü' sayılmıştı.
Mustafa da bu, 'dönemeyenler' arasındaydı ve 'öldü' sanılmıştı.
Savaş sırasında Kırım topraklarında Ruslar'a esir düşmüş, Sibirya içlerine götürülmüştü. Buradaki taş ve maden ocaklarında uzun yıllar çok ağır şartlarda çalışmış, nihayetinde serbest bırakılmıştı.
*****
Çoban Ali'nin o gece ay ışığı altında, patika yoldan kara bir gölge gibi yürürken gördüğü yolcu, kendi öz babasıydı.
*****
Bahri Kayaoğlu / Eve Dönüş
9 Eylül 2024 / Köyceğiz
*****
KEÇE* :
Çobanların olumsuz iklim şartlarından korunmak için üstlerine giydikleri, kolsuz, keçeden yapılmış giysidir. Kepenek olarak da adlandırılır.
GEVİŞ* :
Hayvanların yuttukları besinleri işkembelerinden çıkartarak ağızlarına alması, tekrar çiğnenmesi ile işleyen süreçtir.
ÇİVİLİ TASMA* :
Köpeği, diğer köpeklerin veya kurtların saldırısından koruyan tasmadır. Dışı, sivri demir çubuklardan, iç tarafı deriden yapılır. Uzun ömürlü ve dayanıklıdır. Özel iç yapısı sayesinde boyun tahriş olmaz. Çoban köpeklerinin hepsinde vardır.
ÇIRA* :
Karanlıǧı aydınlatmak için dilimize Farsça'dan “çerâǧ” kelimesinden giren bir aydınlatma aracıdır.
Huni biçimindeki metal araca gazyağı doldurulur. Üstündeki dar kısımdan bırakılan yağlı fitil yakılırdı.
SÜRGÜ* :
Kapının kapanması için arkasına yatay olarak yerleştirilen demir veya ağaç kol.
*****
Tüm ifadeler:
35Erol Maraş ve 34 diğer kişi