deneme bonusu veren siteler canlı casino akademik sofia grandpashabet güncel adres betpark süperbetin giriş betebet bets10 Matadorbet vdcasino tipobet giriş deneme bonusu siteleri deneme bonusu veren siteler

‘Destancı Geldiii.. Destaaan!.’

Kültür 27.11.2019 - 11:15, Güncelleme: 15.06.2021 - 12:24
 

‘Destancı Geldiii.. Destaaan!.’

“Destancı” deyince sanıyorum 50 yaşın altındaki okurlar, bu kavramın bir meslek dalı olduğunu düşünmeyeceklerdir.

İstanbul’da sahafta Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce.. Nezir KIZILKAYA nezir.kizilkaya@hotmail.com “Taze dalmış idim tatlı uykuma… Zalim kocam girdi anam kanıma… Kıydı göz önünde oğul ile kızıma… Döktü al kanların insaf etmedi… Aldı canlarını heder eyledi…”  “Destancı” deyince sanıyorum 50 yaşın altındaki okurlar, bu kavramın bir meslek dalı olduğunu düşünmeyeceklerdir. 1980’lerden itibaren televizyonun içeriğinin zenginleşip bir de üstüne renklenmesi ile bütün hayatımızı kaplaması sonucunda sessizce ve bir daha gelmemek üzere ortadan kaybolan çoğu meslek gibi destancılar da hafızalarımızda tebessümle hatırladığımız bir anıdan ibaret hale geldi. Bir halk edebiyatı türü olarak oldukça öne çıkan ve Osmanlı’nın son dönemlerinden 1970’li yılların sonuna kadar meydanlarda, cadde ve sokaklarda, günlük yaşamın bir parçası haline gelen destancı geleneği de bir daha gelmemek üzere terk-i diyar eyledi. Anadolu’nun bu kadim kültürünün son temsilcileri birer birer gündelik hayatımızdan çıktılar. Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan bu destan geleneğine olan özlemim birkaç yıl önce İstanbul’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce yeniden depreşti. Kişisel geçmişime dair bir belgeyi görsem ancak bu kadar heyecanlanabilirdim herhalde. Çocukluk yaşlarında tam olarak anlamlandıramadığım bir geleneğin somut örneklerini arşivime katmanın keyfi de ayrı bir kazanç oldu benim için. Malatya’da daha çok Darendeli hemşehrilerimizden oluşan destancıların omuzundan aşağı çapraz bağladığı, heybe-torba karışımı çantasına doldurduğu, 3. sınıf saman kâğıtlara tek yaprak olarak basılmış, yitip giden hayatların dörtlüklere dökülmüş öykülerini önceden kaydettiği boynuna asılı teypten sesli olarak dinletip bazen de teypteki kendi sesine düet yaparak hediyesi 25 kuruştan sattığı, anlatılan öykünün can alıcı kıtalarının da ayrıca acıklı bir tavırla yanık yanık yüksek sesle okunduğu destanlardan iki tanesi elimdeydi artık. Malatya’da yaşandığı ifade edilen bir olayla ilgili destan Kaçımız hatırlıyor acaba her biri Yeşilçam filmi kıvamındaki bu destanları? Özellikle genç kuşaklar için daha zor bir konu olacak ve muhtemelen de konuyu destancıların o eski tadıyla anlatamayacağım. Ama şansımı yine de denemek istiyorum. İletişimin bu kadar yaygın olmadığı yıllarda, sokaklarda destan okuyarak satan ve geçimini bu yolla sağlayan insanlar “destancı” olarak tanınır, radyonun çok sınırlı, televizyonun hiç olmadığı, gazetelerin ise köy ve kasabalara ulaşamadığı zamanlarda dramatik olaylar destancılar aracılığı ile buralara haber olarak taşınırdı. Kasabalar, köyler, mahalleler, meydan ve pazar yerlerinde kentin kalabalıklarının toplandığı her yer onlar için satış mekânı idi. Bir başka Malatya destanı! Kaza sonucu yaşanan trajik ölümler, cinayetler, doğal afetler, dermansız hastalıklar sonucunda hayatını kaybedenler, gidip de dönmeyenler, ince hastalığın aldığı bir can, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta sona eren bir ömür ve aile içi facia boyutunda yaşanan ibret verici olayları konu alan destanlar,  Anadolu’nun tüm kentlerinde dilden dile dolaşırdı. Yazılan destan ne kadar acıklı olursa, o kadar çabuk satılır ve tükenirdi.  “Urfa’da beş yüz lira için öz ağabeyini öldüren zalim kardeşin destanı”, “Bafra’da anasını keserken taş olan delikanlının destanı”, “ Allı gelinin ve yeni güveyin destanı” gibi dramatik başlıklar özellikle de en kalabalık talep kitlesi olan kadınlar için seçilirdi. Destancının sözleri bütün bir mahallenin yüreğini yaksa da, özellikle kadınlar destanları dinleyip konuya hâkim olduktan itibaren hüzünlenir, mutlaka ağlar ve birkaç dörtlük de kendileri eklerdi. Destanları mahalle aralarında alan kadınlar çoğunlukla okuma yazma bilmediklerinden destanları okumak da bizlere kalırdı. Mahallenin bütün kadınları başımıza toplanır, biz de destancının tavırlarını taklit etmeye çalışır, konuyu elimizden geldiği kadar dramatik bir atmosfere taşımaya çabalardık. Hemen oracıkta destanın katil kahramanına beddualar edilir, vefat edenlere dualar okunurdu. Okunan dizelerle herkesin yüreği buz keser, bütün yüzlere bir üzüntü çökerdi. Destanların, olayın kurbanlarının ağzından yazılması da konuyu daha trajik bir hale getirir, zaten ağlamaya hazır gözleri yaş ile doldururdu. 1967 yılında meydana gelen bir kaza sonucunda hayatını kaybeden Mehmet Dursun’a yazılan bir destandan aldığım birkaç dize bize bu olguyu daha iyi ifade edecek kanaatindeyim. Malatya Karanlıkdere Köyünde Kaza ile Vurulan Mehmet Dursun’un Destanı Askerden izinli geldim ben eve Günlerim bitmedi duyan oldu mu? Kardeşim beraber gittik biz ava Kara haberimi duyan oldu mu? Kader seni kara taşa yazsınlar Destan yazıp öldüğümü duysunlar Sultansuyu kenarında desinler Şu ölen askeri duyan oldu mu? Kardeşim geldi de ağlar başımda Ben bilmedim ecel döner peşimde Kader böyleymiş şu genç yaşımda Kara haberimi duyan oldu mu? Köyümü sorarsan Karanlıkdere Kurşunlar yüreğime eylemiş pare Benim bu halime bulunmaz çare Dünyama son verdim duyan oldu mu? Her destancı, en acıklının en fazla sattığı bu pazarda, kendine bir yer bulmaya çalışırdı. İnsanları en fazla duygulandıran, ağlatan, en başarılı olarak kabul edilir, müstakbel müşteriyi etkilemek için ne gerekiyorsa yapılırdı. Zor işti destancılık ama yazarın da dediği gibi “destan olmak daha zordu.” FOTOĞRAF: Destancı Yusuf (Adana Arşivinden) kaynak: malatyahaber.com
“Destancı” deyince sanıyorum 50 yaşın altındaki okurlar, bu kavramın bir meslek dalı olduğunu düşünmeyeceklerdir.

İstanbul’da sahafta Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce..

Nezir KIZILKAYA
nezir.kizilkaya@hotmail.com

“Taze dalmış idim tatlı uykuma…
Zalim kocam girdi anam kanıma…
Kıydı göz önünde oğul ile kızıma…
Döktü al kanların insaf etmedi…
Aldı canlarını heder eyledi…”

 “Destancı” deyince sanıyorum 50 yaşın altındaki okurlar, bu kavramın bir meslek dalı olduğunu düşünmeyeceklerdir.

1980’lerden itibaren televizyonun içeriğinin zenginleşip bir de üstüne renklenmesi ile bütün hayatımızı kaplaması sonucunda sessizce ve bir daha gelmemek üzere ortadan kaybolan çoğu meslek gibi destancılar da hafızalarımızda tebessümle hatırladığımız bir anıdan ibaret hale geldi.

Bir halk edebiyatı türü olarak oldukça öne çıkan ve Osmanlı’nın son dönemlerinden 1970’li yılların sonuna kadar meydanlarda, cadde ve sokaklarda, günlük yaşamın bir parçası haline gelen destancı geleneği de bir daha gelmemek üzere terk-i diyar eyledi. Anadolu’nun bu kadim kültürünün son temsilcileri birer birer gündelik hayatımızdan çıktılar.

Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan bu destan geleneğine olan özlemim birkaç yıl önce İstanbul’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce yeniden depreşti. Kişisel geçmişime dair bir belgeyi görsem ancak bu kadar heyecanlanabilirdim herhalde. Çocukluk yaşlarında tam olarak anlamlandıramadığım bir geleneğin somut örneklerini arşivime katmanın keyfi de ayrı bir kazanç oldu benim için.

Malatya’da daha çok Darendeli hemşehrilerimizden oluşan destancıların omuzundan aşağı çapraz bağladığı, heybe-torba karışımı çantasına doldurduğu, 3. sınıf saman kâğıtlara tek yaprak olarak basılmış, yitip giden hayatların dörtlüklere dökülmüş öykülerini önceden kaydettiği boynuna asılı teypten sesli olarak dinletip bazen de teypteki kendi sesine düet yaparak hediyesi 25 kuruştan sattığı, anlatılan öykünün can alıcı kıtalarının da ayrıca acıklı bir tavırla yanık yanık yüksek sesle okunduğu destanlardan iki tanesi elimdeydi artık.

Malatya’da yaşandığı ifade edilen bir olayla ilgili destan

Kaçımız hatırlıyor acaba her biri Yeşilçam filmi kıvamındaki bu destanları? Özellikle genç kuşaklar için daha zor bir konu olacak ve muhtemelen de konuyu destancıların o eski tadıyla anlatamayacağım. Ama şansımı yine de denemek istiyorum.

İletişimin bu kadar yaygın olmadığı yıllarda, sokaklarda destan okuyarak satan ve geçimini bu yolla sağlayan insanlar “destancı” olarak tanınır, radyonun çok sınırlı, televizyonun hiç olmadığı, gazetelerin ise köy ve kasabalara ulaşamadığı zamanlarda dramatik olaylar destancılar aracılığı ile buralara haber olarak taşınırdı. Kasabalar, köyler, mahalleler, meydan ve pazar yerlerinde kentin kalabalıklarının toplandığı her yer onlar için satış mekânı idi.

Bir başka Malatya destanı!

Kaza sonucu yaşanan trajik ölümler, cinayetler, doğal afetler, dermansız hastalıklar sonucunda hayatını kaybedenler, gidip de dönmeyenler, ince hastalığın aldığı bir can, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta sona eren bir ömür ve aile içi facia boyutunda yaşanan ibret verici olayları konu alan destanlar,  Anadolu’nun tüm kentlerinde dilden dile dolaşırdı.

Yazılan destan ne kadar acıklı olursa, o kadar çabuk satılır ve tükenirdi.  “Urfa’da beş yüz lira için öz ağabeyini öldüren zalim kardeşin destanı”, “Bafra’da anasını keserken taş olan delikanlının destanı”, “ Allı gelinin ve yeni güveyin destanı” gibi dramatik başlıklar özellikle de en kalabalık talep kitlesi olan kadınlar için seçilirdi.

Destancının sözleri bütün bir mahallenin yüreğini yaksa da, özellikle kadınlar destanları dinleyip konuya hâkim olduktan itibaren hüzünlenir, mutlaka ağlar ve birkaç dörtlük de kendileri eklerdi.

Destanları mahalle aralarında alan kadınlar çoğunlukla okuma yazma bilmediklerinden destanları okumak da bizlere kalırdı. Mahallenin bütün kadınları başımıza toplanır, biz de destancının tavırlarını taklit etmeye çalışır, konuyu elimizden geldiği kadar dramatik bir atmosfere taşımaya çabalardık. Hemen oracıkta destanın katil kahramanına beddualar edilir, vefat edenlere dualar okunurdu. Okunan dizelerle herkesin yüreği buz keser, bütün yüzlere bir üzüntü çökerdi. Destanların, olayın kurbanlarının ağzından yazılması da konuyu daha trajik bir hale getirir, zaten ağlamaya hazır gözleri yaş ile doldururdu.

1967 yılında meydana gelen bir kaza sonucunda hayatını kaybeden Mehmet Dursun’a yazılan bir destandan aldığım birkaç dize bize bu olguyu daha iyi ifade edecek kanaatindeyim.

Malatya Karanlıkdere Köyünde Kaza ile Vurulan Mehmet Dursun’un Destanı

Askerden izinli geldim ben eve
Günlerim bitmedi duyan oldu mu?
Kardeşim beraber gittik biz ava
Kara haberimi duyan oldu mu?

Kader seni kara taşa yazsınlar
Destan yazıp öldüğümü duysunlar
Sultansuyu kenarında desinler
Şu ölen askeri duyan oldu mu?

Kardeşim geldi de ağlar başımda
Ben bilmedim ecel döner peşimde
Kader böyleymiş şu genç yaşımda
Kara haberimi duyan oldu mu?

Köyümü sorarsan Karanlıkdere
Kurşunlar yüreğime eylemiş pare
Benim bu halime bulunmaz çare
Dünyama son verdim duyan oldu mu?

Her destancı, en acıklının en fazla sattığı bu pazarda, kendine bir yer bulmaya çalışırdı. İnsanları en fazla duygulandıran, ağlatan, en başarılı olarak kabul edilir, müstakbel müşteriyi etkilemek için ne gerekiyorsa yapılırdı.

Zor işti destancılık ama yazarın da dediği gibi “destan olmak daha zordu.”

FOTOĞRAF: Destancı Yusuf (Adana Arşivinden)

kaynak: malatyahaber.com

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gazetemalatya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.