MALATYA'DA YOKTUK AMA ÇOK MUTLUYDUK.

1951 Malatya doğumluyum.
O zamanın yokluklaryla dünyaya gelmişim.
Babam Malatya Gaziantep yol şantiyesi Erkenek tünelinde damperli kamyon şoförü.
Dört, beş ay sonra beni kucağına alıyor.
Annem bana hamileyken dakikalarca gidilen yolda, bakırdan o ağır stil dediğimiz kovalarla eve su taşıyor.
Evde su yok. Banyo, oda içerisinde altı beton bir sedirin kapağı kaldırılarak yapılıyor.
Odaların tamamının tabanı toprak.
Deterjan kimse bilmez.
Halamın kızından gördüm. Bir otun yaprağını avcunun içinde ovuyorsun, sabun gibi köpürüyor. O, otu bulduğumuzda elimizi onla yıkardık.
Tuvalet evin dışında, bir iki basamakla çıkıyorsun. Altı boş. Üstü derme çatma kaplı. İbrik suyla taharet yapılıyor.
Su bulamadığımız zaman, yaprak ve küçük taşlarla.
Bulaşıklar külle sıvazlanarak kapı önünde bahçe sulanması için haftada bir iki akan toprak kanalda temizleniyor.
Çamaşırlarda deterjan bilinmiyor.
Zenginler evlerinde yaptıkları sabunları kullanıyorlar.
İki amcam, halam aynı evin birer odasında çocukları ve hanımlarıyla kalıyorlar.
Dedem yedi sene Yemen'de askerlik, dokuz sene İstanbul'da hamalık yapmış, askerde aldığı darbeyle kulağı az işiten, çalışmayan evde oturan biri.
Babannem, Ağa dayıgiller denilen Malatya'nın zenginlerinden birinin hanında ve evinde hizmetçi.
Evi çeviren babannem.
Evde fırın ekmek somun bilinmez.
Tüm komşuların imece usulü yardımlaşarak sabahın dördünde
hamur ayıklanarak bir iki metre boyunda dizi dizi, tandır ekmeği yapılır.
Akşamları evimizin önünde küçük bahçemizin köşesinde dedemin yaptığı ocakda, çalı çırpıyla pişen yemeğin tadına doyum olmaz. Genelde bulgur pilavı baş yemeğimizdi. Çeşit olsun diye babannem içine patlıcan doğrardı.
Kasapdan et bilmezdik.
Ancak babannem her sabah kasap pazarında kemikleri toplar eve getirir kaynatır, tüm aile oturur kemikleri kemirirdik. Ama ne büyük lezzetti. İnanın hatta, iki defa kemikleri tekrar kaynatarak kemirme işlemini tekrarladığımız olurdu.
Kışlık et ihtiyacı için bir teneke kavurma yapılırdı.
Peynirde keza kavurma gibi. Köylü pazarından Malatyanın o meşhur peyniri alınır kış için tenekelerde saklanırdı.
Elektrik olana kadar, çıra denilen küçük bir teneke koni içinde az bulunan gazla aydınlanırdık.
Babannemin aylık 10 tl'ye bir odasında kiralık kalan şu an İstanbul'da sanayi kuruluşları olan akrabamız, kışın yakacak paraları olmadığından tuğlanın üst boşluğuna gaz yağı dökerek ısınırlardı.
Çuvalla bulgur alınır, kazanlarda kaynatılır, hedik derdik. Değirmende, un, bulgur, orta bulgur, çiğ köftelik, yarma, simit ( ince bulgur ) yapılır, evde ambar dediğimiz göz göz altında tahtadan küçük geçmeli kapağı olan yerde saklanırdı.
Buzdolabı yok. Yerine tel dolabı var.
Yazın Beydağında, kar zamanı çukurlar açılarak, yaza kadar erimesin diye saman ve toprak kaplanarak saklanan kardan buzları, yazın gün ağarmadan eşekle dağa çıkan kar satıcılar Malatya'ya getirir; kar ha..kar ha diye çuvallara sarılı buzlu karı, testereyle keserek satarlardı.
O zaman kar için, evden bulgur, ceviz bastık, kuru kaysı, kuru dut verirdik. Para olmadığından.
Tatlı bilmezdik. Tatlımız her evin dutdan yaptığı pekmezi, salatalık banarak ve kara karıştırarak yerdik.
Badana boya rast getire.
Öllük dediğimiz suda eriyen toprakla elle sürülen badanadan başka birşey bilinmezdi.
Çocuk bezi diye bir şey yoktu.
Yine bebeklerin altı, öllük denilen elenmiş ince toprakla bağlanır.
Kakadan sonra bez yani çaput atılmaz; toprak atılırdı.
Babannem odanın birinde kemik suyu kaynatırken annemden diğer odadan yağ getirmesini söyler. Annem yağı getirir. Babaannem fazla getirmişin git fazlalığı teneke koy diyerek diğer odaya gönderir. Ben üç yaşındayım. Faruk kardeşim daha doğmamış. Kış günü annemin arkasından kapıya gidiyorum. Annem fazla yağı diğer odaya koyar ve gelir. Kapıyı açınca ben olduğu gibi kaynar kemik suyunun içine otururum.
Rahmetli annem için için ağlayarak kilotunu çıkarırken derilerin yapışıyordu derdi.
Bizde ateş için el körükleri vardır.
Çok iyi hatırlıyorum. Bibim, bir, iki körük bularak. Hatta birini komşudan.
Acımı dindirmek için bibi, bibi körükle dediğimi.
Yanıklarım biraz iyileştikden sonra annemden sabah kahvaltısı için ağlayarak pilav istemişim. Çay lükstü.
Annem, Malatya tabiriyle töremiyesice ağlama yağ yok, nasıl yaparım diye hafifçe kıçıma vurmuş. Yanık kıçımın acısından ağlayarak, anne kıçımın yanığını bilmiyormuydun demişim.
Ah yavrum canım çıka diyerek ağlamış.
Günlerce çişimi yapamamışım.
Malatya'da o zamanlar tek bir doktor var.
Babannemin okuma yazması yok.
Ama okusa profosör olurdu.
Annemin düğününden bir altın kolyesi boynunda asılı.
Beni doktora götürecekler. Babannem anneme kolyeni çıkar, doktor az para alsın der. Tam doktorda altımı açar, doktorun yüzüne doğru çişimi annemin tabiriyle attırarak yapıyorum.
Amcalarım Tekel Tütün fabrikasında çalışıyorlar.
Sene 1958. Tahtalı Minareden, Paşanın Köşküne, eve çıkarken fırında somun ekmek aldıklarında bizim evde bayram yapıyoruz. Somun ekmek yiyeceğiz.
Köyümüz Gündüzbey. Aslımız oralı.
Hükemet konağının ordan yalnız sabah ve akşam kalkan burunlu otobüsümüz var.
Yaklaşık on km.
Gidiş ve dönüşlerimizde bir saat otobüsün kalkmasını beklediğimiz olurdu.
Yoktu. Yoktuk. Ama çok mutluyduk.
Geçmiş günlerin özlemiyle.
Bu yazımı, şimdinin evlatlarına sunmak istedim.